Başka bir savaş tehdidi: Trump Kuzey Kore ile konuşmayı dışlıyor

ABD Başkanı Donald Trump, Kuzey Kore’yi savaşla tehdit ederek, Kuzey Doğu Asya’yı ve dünyayı bir kez daha bir bıçak sırtına yerleştirdi. O, Kuzey Kore’nin Salı günü Japonya’nın üstünden geçen bir füze fırlatmasının ardından dün [30 Ağustos] attığı bir tweette, açıkça “Konuşmak çözüm değil!” diyerek, Pyongyang’a ve diplomatik bir çözümü savunanlara saldırdı.

Bu kısa açıklamanın olası sonucu ortada. Eğer konuşmak çözüm değilse, Kuzey Kore’ye yönelik yeni BM yaptırımlarının ve Pyongyang’ı Washington’ın koşulları üzerinden görüşme masasına zorlaması için Pekin’e daha fazla baskı yapmanın da hiçbir anlamı yoktur. Tek alternatif, Trump’ın Salı günü “tüm seçenekler masada” diye vurgulayarak ima ettiği üzere, Kuzey Kore’ye bir askeri saldırıdır.

Trump, tweetinde, “ABD, Kuzey Kore ile 25 yıldır konuşuyor ve ona haraç veriyor.” diye yazdı. Trump, ABD’nin Kuzey Kore yönetimi ile yaptığı iki anlaşmada (1994’te Başkan Clinton ve 2007’de Başkan Bush yönetimlerinde) Pyongyang’a verilen ufak tavizleri “haraç” olarak tanımlayarak, görüşmeler konusunda anlaşma sağlanmış olsa bile, Kuzey Kore’ye hiçbir şey verme niyetinde olmadığını gösterdi.

Kuzey Kore önderliğinin Trump’ın açıklamalarından çıkarabileceği tek sonuç, ülkelerinin dünyadaki en güçlü ordunun gerçek ve yakın bir saldırısı tehlikesi ile karşı karşıya olduğudur. Bu durum, yalnızca, tek seçeneğini sınırlı nükleer cephaneliğini geliştirmekle ve kullanmakla tehdit etmek olarak gören bu dengesiz, aşırı milliyetçi rejimin krizini şiddetlendirmektedir. Pyongyang’ın bu politikası, Washington’ın ekmeğine yağ süren ve savaşa gidişi durdurabilecek tek toplumsal güç olan uluslararası işçi sınıfını bölen, gerici bir taktiktir.

Bununla beraber, dünyanın Kuzeydoğu Asya’da nükleer savaşın eşiğine getirilmesinin baş sorumluluğu ABD emperyalizmine aittir. Kore Savaşı’nın 1953’te sona ermesinden bu yana Kuzey Kore’ye diplomatik ve ekonomik bir abluka uygulayan Washington, verdiği sözleri tutmamış ve Pyongyang ile imzaladığı iki anlaşmayı bozmuştur. Obama ve şimdi de Trump, ülkenin sadece nükleer programını değil, ekonomisini felce uğratmayı hedefleyen giderek sertleşen yaptırımlar uyguladılar. Buna, 2015’ten beri, Kuzey Kore’ye karşı önleyici saldırıları haber veren ABD-Güney Kore ortak savaş oyunlarıyla desteklenen “bütün seçenekler masada” biçimindeki değişmez nakarat eşlik etmektedir.

Trump’ın göreve gelmesinden beri, ABD yönetimi, savaşın yıllarca uzakta bir olasılık olmadığını açıkça ortaya koymuştur. Kuzey Kore’nin geçtiğimiz ay iki uzun menzilli balistik füze fırlatmasının ardından, ABD Savunma İstihbarat Kurumu, Pyongyang yönetiminin, önümüzdeki yıla kadar, Amerikan anakarasını vurma kapasitesine sahip nükleer silahlı bir kıtalararası balistik füzeye sahip olacağı değerlendirmesinde bulundu (bu “olmayacak” diyen Trump için bir “kırmızı çizgi). Trump, bu ay yaptığı eşi görülmemiş ve kışkırtıcı bir dizi açıklamada, ABD’nin Kuzey Kore’yi “dünyanın daha önce görmediği ateş ve öfke” girdabına çekeceği uyarısında bulunmuştu ki bu, ülkenin nükleer silahlarla yakılıp kül edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir.

Trump’ın tek kelimeyle pervasız açıklamaları, onun yönetimi ve daha genel olarak Amerikan siyaset kurumu içinde taktik bölünmelere yol açmış durumda. Trump’ın “konuşmaya” son vermeyi ilan etmesinden birkaç saat sonra, ABD Savunma Bakanı James Mattis, başkan ile açıkça çelişti. Mattis, gazetecilerin ABD’nin Kuzey Kore ile cepheleşmede diplomatik çözümleri dışlayıp dışlamadığı sorusuna, açıkça, “Hayır, diplomatik çözümleri asla dışlamıyoruz.” yanıtını verdi.

Mattis ve ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson gibi başkaları, Kuzey Kore’ye askeri saldırıyı hiçbir zaman dışlamadılar ama son haftalarda, şu andaki önceliğin diplomatik bir çözüm olduğunu vurguluyorlar. Daha geçtiğimiz hafta, Tillerson, Kuzey Kore’nin “belli bir düzeyde ılımlılık” sergilediğini ve “yakın gelecekte bir tür diyaloğa giden” bir yolu ima ettiğini söylemişti. Bu, Pyongyang ile dolaylı görüşmelerin zaten yapılıyor olduğu izlenimi uyandıran bir açıklamaydı.

Washington’da tutarlı bir politikanın olmaması, gerilimleri azaltmak şöyle dursun, aylardır aralıksız savaş tehdidi altında bulunan Kore Yardımadası’ndaki son derece gergin durumdaki belirsizliği yoğunlaştırmaktadır. Pyongyang’ın eli kulağında bir ABD saldırısına ilişkin korkuları, Trump’ın önceden herhangi bir askeri planın işaretini vermeyeceği; başka bir ifadeyle, askeri saldırıların aniden yapılacağı yönündeki ısrarıyla daha da şiddetlendiriliyor.

Mattis, Trump ile çeliştiği sırada, Güney Koreli mevkidaşı ile bir görüşme düzenlemek ve “ülkelerimizi, halklarımızı ve çıkarlarımızı” korumak için “birlikte çalışma” sözü vermek üzereydi. ABD’nin askeri saldırılarını izleyen bir Kuzey Kore misillemesinin tüm ceremesini, kaçınılmaz olarak en büyük darbeyi alacak olan Güney Kore çekecektir. Savaşın ilk günlerinde, yalnızca başkent Seul’deki ölü ve yaralı sayısının bir milyonun üstünde olacağı tahmin ediliyor.

Salı günü, ABD’nin eski Ulusal İstihbarat Müdürü James Clapper, Trump’ın Kuzey Kore’ye karşı savaş tehdidine, ilk kez, ABD’nin seçeneklerinin “sınırlı” olduğu konusunda eski Beyaz Saray baş stratejisti Steve Bannon ile aynı düşünceyi paylaştığını ilan ederek karşılık verdi. Bannon, Trump’ın ekibinden çıkarılmasından hemen önce, “birileri, denklemin bir bölümünü çözene ve bana Seul’deki on milyon insanın ilk 30 dakikada konvansiyonel silahlardan ölmeyeceğini gösterene kadar” herhangi bir askeri seçeneği devre dışı bırakmıştı.

Trump’ı defalarca eleştiren Clapper, geçtiğimiz hafta, onun nükleer bir saldırı başlatmak için gerekli kodlara erişime sahip olmaya uygun olup olmadığını sorgulamıştı. O, “eğer o [Trump], hoşnutsuzluk içinde, Kim Jong-un hakkında bir şeyler yapmaya karar verirse, doğrusu onu [bir nükleer saldırı emri vermesini] durdurmak için yapılacak çok az şey var.” uyarısında bulundu ve ekledi: “Tüm sistem, gerektiğinde hızla karşılık vermeyi sağlamak için kurulmuştur. Bu yüzden, nükleer bir seçeneğin uygulanmasını denetleyen çok az yol var ve bu oldukça ürkütücü.”

Bu ayın başında, Trump’ın faşizan danışmanı Bannon, odak noktasını, ABD’nin küresel egemenliğine yönelik baş tehdit olarak Çin’i hedef almaya kaydırmıştı. Kore’nin “sadece küçük bir şov” olduğunu ilan eden Bannon, Çin’e karşı sert ticari yaptırımlar çağrısında bulunmuştu: “Biz, onların bir ekonomik savaşta olduğu ve bizi sıkıştırdıkları sonucuna vardık. İkimizden biri 25-30 yıl içinde egemen olacak ve eğer biz bu yolda yenilirsek, onlar egemen olacak.”

Bannon’un açıklamaları, Trump’ın başkan olarak göreve gelmesinin ardından Washington’da dış politika üzerine yaşanan derin krizi vurgulamaktadır. Trump’ın yetkililerinin başkanlık seçimi kampanyası sırasında Rusya ile gizlice anlaştığına ilişkin suçlamalar üzerine sürmekte olan siyasi kızgınlık ve soruşturma, önce Rusya’yla mı yoksa Çin’le mi cepheleşileceği ve nihayetinde savaşa girileceği üzerine sert bölünmeleri yansıtmaktadır.

Dış politikadaki siyasi kargaşa, ABD’de ve uluslararası ölçekte kötüleşen ekonomik kriz eliyle şiddetlendiriliyor. Bu ekonomik kriz, zenginler ile yoksullar arasındaki toplumsal uçurumu genişletiyor ve emekçilerin zor durumuna tamamen kayıtsız olduğu Houston’daki sele karşı tepkisinde net bir şekilde gözler önünde serilen Trump’a yönelik halk muhalefetini körüklüyor.

Büyük tehlike, Trump’ın, içerideki keskin gerilimleri bir dış düşmana yönlendirerek, hesaplanamaz sonuçları olacak yıkıcı bir savaşa başvurabilecek olmasıdır. Böylesi bir karar, Amerikan ve dünya halklarından gizli bir şekilde, Beyaz Saray’daki küçük bir generaller, siyasi gangsterler ve milyarderler grubu tarafından alınacaktır.

Bu savaş yönelimini durdurmanın tek yolu, ABD’de ve tüm dünyada işçi sınıfının krize karşı kendi sınıfsal çözümü uğruna mücadele etmesidir. Bu, savaşın, toplumsal eşitsizliğin ve demokratik haklara yönelik saldırıların kaynağı olan kapitalizmi ortadan kaldırmak üzere sosyalist enternasyonalizme dayalı birleşik uluslararası bir hareket inşa etmek demektir.

Loading