Balfour Deklarasyonu’nun 100. yılı (II)

Britanya emperyalizminin Siyonizme desteğine temel oluşturan siyasi görüşlerin bir belirtisi, Winston Churcill’in Sömürge Bakanı olmadan hemen önce, Şubat 1920’de yaptığı açıklamalarda görülebilir. O, Rusya’nın “ulusal Musevileri” diye adlandırdığı bankerleri ve sanayicileri övüyor; “uluslararası Museviler”i şiddetle eleştiriyordu.

Churchill, Siyonizmi, Bolşevizmin ve uluslararası komünizmin bir panzehiri olarak destekliyordu. O, bu konuda şunları söylemişti: “Şu anda Siyonist ve Bolşevik Museviler arasında başlayan mücadele, Musevi halkının canı uğruna bir mücadeleden pek farklı değil…”

O, Siyonizme tam destek çağrısı yapıyor ve Filistin’de Britanya himayesinde kurulacak bir Siyonist devletin, “her açıdan faydalı ve özellikle Britanya İmparatorluğu’nun en gerçek çıkarları ile uyumlu olacağı”nı ilan ediyordu.

Bunun olması durumunda, Britanya, savaş dönemi müttefiklerinin desteğini güvence altına alacaktı (kuşkusuz Rusya’yı dışta bırakarak). Paris konferansının bir sonucu olan 1920 San Remo Antlaşması, Britanya’nın Filistin’e el koymasını kabul etti ve 1922’de, Milletler Cemiyeti, Britanya’ya, Ürdün Nehri’nin batısındaki Filistin üzerinde Vekaleten denetim hakkı tanıdı.

Ürdün’ün doğusu ya da Ürdün Nehri’nin ötesi (bugünkü Ürdün), Filistin’i iki küçük ve yoksul oluşuma bölecek şekilde, Türklere karşı bir isyana önderlik etmenin ödülü olarak, Britanya “himayesinde”, Mekke’nin Haşimi Şerifi Hüseyin’in oğullarından biri tarafından yönetilecekti.

Manda rejimi, Balfour Deklarasyonu’nu kapsıyor ve onu, Milletler Cemiyeti’ne (dolayısıyla emperyalist devletlere) tabi, hukuksal olarak uluslararası bağlayıcılığı olan bir araç haline getiriyor; Britanya’yı Musevi göçünü kolaylaştırmak ve Filistin’e yerleşimi teşvik etmekle yükümlü kılıyordu. O, “Musevi halkının Filistin ile orada ulusal yurdunu yeniden kurmasının dayanağını” oluşturan “tarihsel bağı”na atıfta bulunuyordu.

Musevi halkı için uluslararası ilişkilere ve uluslararası hukuka göre bir ulusal yurt kurulmasına onay veren, aslında Balfour Deklarasyonu değil, Milletler Cemiyeti’nin, büyük güçler tarafından imzalanmış manda rejimi idi.

Manda sistemi, sömürgeciliğe daha modern bir görünüm vermek için tasarlanmıştı. Galipler, Britanya ve Fransa, fethedilen toprakları basitçe kendi aralarında paylaşmak yerine, “geri” halklar için, sözde onları bağımsızlığa hazırlarken, “vasiler” olarak davranacaklardı. Bu düzenleme, Lenin’in, Milletler Cemiyeti’nin bir “hırsızlar mutfağı” olduğu iddiasını bütünüyle doğruluyordu.

Her ne kadar, halkın diğer kesimlerinin haklarının zarar görmemesi gerektiğini şart koşuyor olsa da, Filistin Mandası’nın açık dürtüsü, Siyonist programın yaşama geçirilmesiydi. Buna, Filistinliler ve genel olarak Araplar tarafından şiddetle karşı çıkıldı. Mekke Şerifi Hüseyin ve diğer Arap önderler, Deklarasyon’u, Britanya’nın daha önce, Arap isyanı başlatılması karşılığında McMahon-Hüseyin yazışmalarında verdiği sözün bir ihlali olarak görmüşlerdi.

Manda, ayrıca, Musevi halkını temsil edecek, Britanya yönetimine danışacak ve onunla işbirliği yapacak bir Musevi Temsilciliği’nin (yani, Filistin’deki Musevilerin bir hükümetinin) kurulmasını sağlıyordu. Musevi Temsilciliği’de, milliyetçiliklerini sosyalist bir renge boyayan ve Musevi işçileri ulusal burjuvazinin boyunduruğuna ve onun Filistin’de kapitalist bir devlet oluşturma görevine tabi kılan İşçi Partili Siyonistler hakimdi.

Britanya, Aralık 1917’de Filistin’in kontrolünü ele geçirmesinin ardından, Arapların sert muhalefetine rağmen, ülkeye göçe izin vermeye başlamıştı. Ancak kayda değer sayılarda göç, ancak savaş sonrası Avrupa’daki Musevilerin durumu gerçekten umutsuz hale gelince ve ABD’nin 1922’de Musevilerin ülkeye girişini engelleyen yasaları uygulamaya koymasının ardından başladı.

İlk kitlesel sığınmacı akışı, 1923-26’da Polonya’dan, daha sonra da Museviler Nazi zulmünden kaçmaya çalıştıkları 1933-36’da Almanya’dan ve Doğu Avrupa’dan geldi.

Bir dönem Musevilerin Filistin’e göçünü ve Musevi milliyetçiliğini, bir başka dönem Arapları ve Arap milliyetçiliğini destekleyen Britanya, yalanlar söyledi ve politikalarını defalarca değiştirdi.

Ekim Devrimi’nin devasa etkisi, Filistinli Musevilerin 1921’de Filistin Komünist Partisi’ni (PCP) kurmalarına yol açmıştı. Ancak PCP, çoğunluğu oluşturan Museviler ile Arap azınlık arasında parçalandı ve sık sık bölünmelere maruz kaldı. O, hiçbir zaman Revizyonistlere ya da İşçi Partili Siyonistlere karşı koyamadı. Sonradan, Stalinist bürokrasi, PCP’yi, kendi dış politika gereksinimlerinin bir aracı olarak kullandı. Stalinizmin ulusalcı zikzakları, PCP’nin üzerinde, onun yönünü giderek daha fazla kaybetmesine ve Museviler ile Araplar arasında iki partiye bölünmesine yol açan, yıkıcı bir etkide bulundu.

II. Dünya Savaşı’nın ardından, Britanya, iki uluslu bir devlet önerdi. Britanya, hem Araplar hem de Museviler bunu reddedince ve Revizyonistlerin Araplara ve Britanya yönetimine karşı terörist eylemleri Filistin’i yönetilmez hale getirince, çatışmayı, Milletler Cemiyeti’nin yerine geçmiş olan, yeni kurulmuş Birleşmiş Milletler’e taşıdı.

O zamana kadar, Britanya’nın dünya meselelerindeki konumu gerilemişti ve bu, onun çatışmayı kendi tercihlerine göre çözmesini olanaksızlaştırıyordu. ABD ve Sovyetler Birliği, kendi amaçları doğrultusunda, Filistin’in bölünmesini ve bir Musevi devletinin kurulmasını destekledi. Her ikisi de onu Britanya’nın Ortadoğu’daki konumunu engellemenin bir yolu olarak görüyordu.

Aynı zamanda, dünya çapında milyonlarca insan, birçoğunun ABD’ye ve Britanya’ya girmesi engellenmiş ve hala Avrupa’daki sığınmacı kamplarında çürüyen Musevilerin başına gelen felaketle şoka uğramıştı. Bu yüzden, onlar, bir Musevi devletinin kurulmasına sempatiyle yaklaştılar.

Dolayısıyla, toplama kamplarının dehşetleri, İsrail’in doğuşunda son derece önemli bir rol oynadı. Dahası, buna, Siyonizmi sınıf bilinçli işçilerin gözünde meşrulaştırmak için, onu işçi hareketiyle, eşitlikle ve sosyalizmle eşit tutan bir söylem eşlik ediyordu.

BM, 1947’de, Filistin’in bölünmesi lehinde oy verdi ve bunu Avrupa’nın en acımasızca ezilmiş halkı için demokratik ve eşitlikçi bir toplum inşa etmeye adanmış yeni ve ilerici bir oluşum olarak selamladı.

Bugün, yaklaşık 70 yıl sonra, Siyonizmin tarihsel ve siyasi sicili nedir?

İsrail, 1948’de, tarihi Filistin’in büyük kısmını Musevi İsrail devletine ve Filistinlilerin çoğunu sığınmacıya dönüştürecek şekilde, 750.000 Filistinlinin yurtlarından zorla sürülmesi temelinde kuruldu. Bu yalnızca insanların evlerinden kaçmasına yol açan bir savaşın sonucu değil; İsrailli tarihçilerin kabul ettiği gibi, İsrail’in kurucu babası ve ilk başbakanı David Ben Gurion tarafından onay verilen, şimdiki Likud hükümetinin siyasi öncülerinin açık politikasıydı. Geride kalanlar, giderek artan siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel ayrımcılık karşısında, İsrail’de bir Filistinli azınlık haline gelecekti.

Osmanlı İmparatorluğu’nun eski Suriye vilayetinden çıkan beş devletten (İsrail, Filistin, Ürdün, Lübnan ve Suriye) biri olan İsrail, çok az doğal kaynağa ve suya sahip düşman devletlerle kuşatılmış ve daha geniş bölgesel ekonomiden dışlanmıştı. Arap yönetimleri İsrail ile ticaret yapmayı reddettiler ve yapan şirketleri boykot ettiler. Böylesine küçük bir kapitalist devlet, ekonomik olarak asla yaşayabilir değildi. Art arda gelen hükümetlerin Arap komşularıyla şiddetli savaşlara ve düşmanlığa yol açacak şekilde İsrail’in sınırlarını genişletme peşinde koşmasının ve tekrar tekrar ekonomik krize girmesinin nedenlerinden biri budur.

İsrail, komşu Arap devletleriyle, 1948’deki, 1956’daki, 1967’deki ve 1973’teki büyük çatışmaları; Lübnan’ın 1978’de, 1982’de ve 2006’da istila edilmesini ve 2006’da, 2008-2009’da, 2012’de ve 2014’te Gazze’ye yönelik saldırıları kapsayan birçok savaşa girdi.

O, başlangıçta, 1967 öncesinde 200 milyon dolar ve sonraki altı yılda 700 milyon dolar yıllık katkı yapan Diaspora tarafından ayakta tutuluyordu. Bugün, İsrail, ABD’den yılda 1,5 milyar dolardan fazla özel bağış alıyor. 1950’lerde, Alman savaş tazminatı, 1966 öncesinde yılda 125 milyon dolarlık bir başka önemli finans kaynağı sağlıyordu.

Ancak açık ara farkla en büyük ekonomik yardım ABD hükümetinden geldi. Washington, İsrail’e, 1967 öncesinde yılda sadece 50 milyon dolar dolayında para sağlarken, bu rakam, 1986’da yıllık 3 milyar dolara çıkmıştı (1,2 milyar dolar ekonomik, 1,8 milyar dolar askeri yardım). Buna, ABD bütçesinin diğer bölümlerinden veya kimi durumlarda bütçe dışı gelen yardımlarla, yılda yaklaşık 500 milyon dolar ekleniyordu. Geçtiğimiz yıl, görevi sona eren Obama yönetimi, İsrail’i dünyadaki kişi başına en yüksek ABD yardımı alıcısı yapacak şekilde, 10 yıl boyunca yılda 3,8 milyar dolar sağlamayı kabul etti.

ABD askeri yardımı, ancak İsrail’in tüm Arap ordularından daha güçlü hale gelmesinin ve Filistin halkı üzerinde egemenlik kurmasının ardından geldi. Bu yardım, Oslo barış görüşmeleri ve bu görüşmelerin çökmesi öncesinde ve sonrasında, her askeri müdahalenin ve Filistinlilerin bastırılmasının ardından arttırıldı.

Onun amacı, petrol zengini bölgedeki bir ABD garnizonu olarak İsrail’in askeri üstünlüğünü sağlama almaktı. Aslında, İsrail, Britanya’nın 1960’ların sonunda “Süveyş’in Doğusu”ndan çekilmesinin ardından, ABD emperyalizmi adına Ortadoğu’nun polisi olarak onun yerini almıştı.

İsrail, çok sayıda BM kararına açıkça karşı gelmiş ve 1967’den beri yasadışı bir şekilde işgal altında olan Batı Şeria ve Gazze konusunda uluslararası hukuku tekrar tekrar çiğnemiştir. O, Doğu Kudüs’ü, Suriye’nin Golan Tepeleri’ni ve Batı Şeria’da 200’den fazla yerleşim yeri için köyleri içeren topraklara el koydu. İsrail silahlı kuvvetleri, Filistinlilerin her türlü protestosunu şiddetle ezdi ve Filistin kentlerine sayısız baskın düzenledi. İsrail askerleri ve Siyonist yerleşimciler, 1987’de başlayan ilk intifadada büyük çoğunluğu silahsız sivillerden ve çocuklardan oluşan 2.000’den fazla Filistinliyi katletti. 2000-2005 yılları arasındaki ikinci intifada sırasında en az 4.500 Filistinli öldürülürken, 2015-2016’daki üçüncü ya da “bıçaklama intifadası”nda yaklaşık 235 kişi öldürüldü.

İsrail Silahlı Kuvvetleri, Filistin ekonomisini felce uğratacak ve halkı açlıktan ölümün eşiğine getirecek şekilde, evleri yıktı, çiftlikleri yok etti, zeytinlikleri kökünden söktü, yolları kapattı ve sokağa çıkma yasakları uyguladı. Elektrikli dikenli tellerle İsrail’den ayrılmış olan ve son 10 yıldır İsrail, son dönemde de Mısır tarafından kuşatılmış durumda olan Gazze Şeridi’nde yaşayanların ezici çoğunluğunun koşulları, dev bir toplama kampını andırmaktadır.

Hükümet, bizzat İsrail’in içinde, Arap İsraillilere, apartheid (ırk ayrımı) rejimini andırır bir politika uygulamaktadır. Netanyahu, Arapların konumunu daha da zayıflatacak bir yasa paketini yürürlüğe koyacak. Önerilen Yurttaşlık Yasası, İsrail’in bir liberal demokrasi olduğu yalanına son verecek şekilde, onu kendi yurttaşları yerine küresel bir Musevi ulusuna ait olarak tanımlayacak. Yasa, ayrıca, İsrail nüfusunun beşte birinin konuştuğu Arapçanın konumunu geriletecek ve mahkemelerin, Musevi dini hukukuna ve Musevi mirasına hatırı sayılır bir ağırlık vermelerini gerektirecek.

Yerleşim yerlerinin genişletilmesi, Filistinlilere karşı öldürücü savaş ve İsrail’in Filistinli yurttaşlarına karşı ayrımcılık, İsrail işçi sınıfına çok büyük bir bedele mal olmuştur. Piyasa esaslı reformlar, özelleştirmeler, sosyal yardımlarda kesintiler, emeklilik yaşının arttırılması, şirket vergilerinde ve zenginlerin gelir vergisinde indirimler, sendika karşıtı yasalar, grev hakkı üzerindeki kısıtlamalar ve kamu sektöründeki grevlerin yasaklanması, giderek artan sayıda işçi ve işçi ailesi için sürekli bir sefalet, işsizlik ve yoksulluk getirmiştir.

Kişi başına GSYİH artarken, kişi başına ortalama gerçek ücretler düşüyor ve büyümeden bir avuç insan yararlanıyor. 2015’te, ortalama CEO maaşı, ortalama ücretin (9.592 Yeni İsrail Şekeli, NIS) 44, asgari ücretin (4.650 NIS) ise 91 katıydı. İşçilerin üçte biri asgari ücret ya da onun altında kazanıyor.

Gelirleri İsrail’deki ortalama aile gelirinin yarısından az olan her beş aileden biri, resmi olarak yoksul. İsrail’deki Filistinliler arasındaki yoksulluk oranı, en yüksek yoksulluğun aşırı Ortodoks Museviler arasında olduğu Musevi İsraillilerin yaklaşık üç katı.

Bu sonuçların, II. Dünya Savaşı’nın ve Musevi Soykırımı’nın ardından İsrail’in kurulmasının Musevilere sunacağı ifade edilen baskının, ayrımcılığın ve eşitsizliğin olmadığı güvenli cennetle hiçbir ilgisi yoktur. Bu durum, doğrudan doğruya, bir başka halkın malına ve mülküne el koyma, dışarıda savaş ve baskı, içeride toplumsal sömürü ve eşitsizlik temelinde bir kapitalist devletin kurulması biçimindeki Siyonist projeden kaynaklanmaktadır. Bu tür bir devlet, kendi yurttaşları için bile toplumsal adalet ve eşitlik sağlayamaz.

Ortadoğu’daki, Afrika’daki ve Asya’da tüm ulusal hareketler, emekçi kitlelerin karşı karşıya olduğu temel toplumsal, ekonomik ve siyasi sorunları çözmekte başarısız olmuştur. Balfour Deklarasyonu’nun ve büyük güçlerin sonraki entrikalarının yarattığı Siyonist devlet, korkunç ve başarısız bir deneyim olmuştur. Onun varlığını sürdürmesi, yalnızca, hem Filistinliler hem de İsrailliler için daha fazla baskı ve daha fazla savaş vaat etmektedir.

Mevcut açmazdan tek çıkış yolu, Arap ve Musevi işçileri ve aydınları kapitalizme karşı, sosyalist bir toplum kurma uğruna ortak bir mücadelede birleştirecek bir siyasi hareketin geliştirilmesidir. Filistinli işçilerin ve köylülerin uğradığı tarihsel adaletsizlikleri düzeltmenin; uluslararası sermayenin, İsrailli ve Arap ulusal egemen kliklerin kar dürtüsü eliyle körüklenen baskıya ve savaşa son vermenin tek yolu budur.

Bir Ortadoğu Birleşik Sosyalist Devletleri’nin kurulması, emperyalist entrikalarla dayatılan ve bölge halklarını ve ekonomilerini bölmeye devam eden yapay sınırları kaldıracak ve bölgenin zengin kaynaklarının herkesin yararına kullanılmasını sağlayacaktır.

Bitti

Loading