Suriye’deki ABD savaşında yeni aşama

İran destekli Iraklı ve Lübnanlı Şii milis güçler tarafından desteklenen Suriye hükümeti birlikleri, IŞİD’i, son kalesi olan Irak sınırının hemen ötesindeki Fırat Nehri kasabası Ebu Kemal’dan çıkardılar.

IŞİD’in çöküşü, Suriye’de ve Irak’ta IŞİD ile mücadele adına başlatılan ABD müdahalesinin sonuna işaret etmek şöyle dursun, Washington’ın askeri araçlarla Ortadoğu’da egemenliğini ileri sürme yöneliminde yalnızca daha büyük bir tırmanmaya zemin hazırlamaktadır.

Geride kalan IŞİD savaşçıları, hükümetin saldırısı karşısında çekildiler. Örgütün, artık, sadece Fırat kıyısındaki birkaç küçük kasabayı ve çöl bölgelerine yakın küçük yerleri kontrol ettiği düşünülüyor.

Ebu Kemal’in alınması, IŞİD’in, yine İran destekli güçlerin başı çektiği bir saldırıda Irak kenti El Kaim’den sürülmesinin ardından gerçekleşiyor. Bu güçlerin birbirine bağlanması, Tahran’ı kuzeydeki Arap devletlerine (hepsi İran ile sıkı bağlar kurmuş olan Irak, Suriye ve Lübnan) bağlayan meşhur “kara köprüsü”nün büyük kısmını etkin biçimde güvence altına aldı.

Washington’ın şimdiki başlıca hedefi, bu bağları koparmaktır. Trump yönetimi, bu amaçla, ABD’yi, İsrail’i ve Suudi Arabistan önderliğindeki gerici Sünni Basra Körfezi petrol monarşilerini birleştiren bir İran karşıtı eksen oluşturmaya çalışırken, Tahran ile büyük dünya güçleri arasında varılmış nükleer anlaşmayı, Ortak Kapsamlı Eylem Planı’nı (JCPOA) baltalama peşinde koşuyor.

Bu İran karşıtı ittifak, en yıkıcı ifadesini, Washington’ın, Suudi Arabistan’ın Yemen’e karşı iki buçuk yıldır devam eden savaşına verdiği destekte buluyor. Yemen’in havaalanlarına, limanlarına ve sınırlarına yönelik bir ablukanın eşlik ettiği amansız bombardıman harekatı, ülkede milyonlarca yaşama mal olabilecek bir kıtlığı dizginlerinden boşaltıyor.

Suudi yönetimi, Pazar günü, İran’ı ve Lübnanlı Şii hareket Hizbullah’ı kınamak amacıyla Kahire’de bir Arap Birliği toplantısı düzenledi. Suudi Dışişleri Bakanı Adil Cubeyr, toplantıda, monarşinin, İran “saldırganlığı”na karşı “seyirci kalmayacak ve güvenliğini savunmaktan çekinmeyecek” olduğunu söyledi.

Bu sözde “saldırganlık”, 4 Kasım’da Yemen’den fırlatılan ve herhangi bir kayba ya da önemli hasara yol açmadan Riyad uluslararası havaalanı yakınına düşen bir füzeden oluşuyor. Bunun ardından, Suudi savaş uçakları, Yemen’deki okulları, hastaneleri, yerleşim alanlarını ve temel altyapıyı enkaz haline getirecek şekilde bombaladı. Bir BM izleme kuruluşu, füzelerin savaştan harap olmuş yoksul ülkeye dışarıdan getirildiği yönünde hiçbir işaret olmadığını belirtirken, hem İran hem de Hizbullah füzeyi kendilerinin sağladığına ilişkin Suudi iddialarını yalanladı.

Suriye Arap Birliği’nden dışlanmışken, Lübnan Dışişleri Bakanı Gebran Bassi ile Irak Dışişleri Bakanı İbrahim el-Caferi Kahire’deki toplantıyı boykot etti. Toplantıya ev sahipliği yapmasına ve Suudi yardımına ciddi ölçüde bağımlı olmasına rağmen, Mısır’daki General Abdül Fettah el-Sisi yönetimi, Mısır Dışişleri Bakanı Sameh Şükri’nin bölgedeki gerilimleri yatıştırma çağrısı yapmasıyla birlikte, kendisi ile Riyad’ın İran karşıtı saldırgan çizgisi arasına mesafe koymuş gibi görünüyordu. Bizzat Sisi, Başbakan Saad Hariri’nin “istikrar” için Lübnan’a dönmesi çağrısında bulundu. Hariri, görünüşe göre Suudi yönetimi tarafından kaçırılmış ve Hizbullah’ı içeren Lübnan hükümetini parçalamak amacıyla istifa etmeye zorlanmıştı.

Suriye’deki ABD askeri operasyonları, şimdiden IŞİD ile mücadeleden İran’ın etkisine karşı koymaya ve Suriye hükümetinin önceden IŞİD’in ve El Kaide bağlantılı güçlerin elinde bulunan bölgelerdeki denetimini pekiştirmesini engellemeye kaymış durumda.

Bu, ABD’nin, IŞİD savaşçılarının ve komutanlarının Pentagon ve YPG hakimiyetindeki Suriye Demokratik Güçleri’nde (SDG) örgütlü vekil kara birlikleri tarafından kuşatılmış bölgelerden tahliyesindeki doğrudan rolü ile gözler önüne serilmiştir. Hem İran’ın hem de Rusya’nın bu tür bir suç ortaklığına ilişkin yinelediği suçlamalar, ABD ordusunun ve YPG’nin, geçtiğimiz ay yaklaşık 4.000 IŞİD savaşçısını ve aile üyesini tonlarca silah, cephane ve patlayıcı ile birlikte Rakka’dan kurtaran bir konvoy örgütlediğini belgelemiş olan BBC tarafından doğrulanmış durumda.

Bu operasyonun amacı, SDG’deki ABD vekillerinin Fırat’ın kuzeyindeki stratejik açıdan son derece önemli petrol sahalarına hızlı bir saldırı gerçekleştirmesini sağlarken, IŞİD savaşçılarını Suriye hükümeti birliklerinin saldırısına karşı yönlendirmekti.

İran ve Rusya, ABD’nin, Ebu Kemal’in Suriye hükümeti birlikleri ile müttefik Şii milislerin eline geçmesini engellemek amacıyla da müdahale ettiği suçlamasında bulundu. Rusya Savunma Bakanlığı, ABD savaş uçaklarının, Rus uçaklarının IŞİD mevzilerini bombalamasını önleyerek örgüte etkin şekilde hava koruması sağladığı suçlaması getirdi.

Geçtiğimiz hafta, ABD Savunma Bakanı General James “Kuduz Köpek” Mattis, Washington’ın, görünüşte IŞİD’i yenilgiye uğratma amacıyla Suriye’de girişmiş olduğu yasadışı askeri müdahalesini bitirmeye hiç niyeti olmadığını açıkça ortaya koymuştu. Mattis, “Cenevre süreci çözülmeden önce hemen çekip gidecek değiliz.” demişti.

Mattis, BM’nin arabuluculuğunda, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın hükümeti ile CIA, Suudi Arabistan ve diğer Sünni Körfez monarşileri tarafından desteklenen sözde asiler arasında düzenlenen ve uzun süredir sürüncemede olan görüşmelere atıfta bulunuyordu.

Washington, ABD destekli rejim değişikliği savaşının ürünü olan Suriye krizine siyasi çözüm bulmak için üç büyük bölgesel güç Rusya, İran ve Türkiye tarafından sergilenen girişimlere karşı, bu süreci (ve Esad’ın makamından indirilmesi talebini) sürdürmeye çalışıyor.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye’de ortak bir tutumu ele almak üzere Çarşamba günü Soçi’de düzenlenecek bir zirvede, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’yi ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdogan’ı ağırlayacak. Washington’ın YPG/SDG’ye bel bağlaması, Ankara ile Moskova arasındaki ilişkileri daha da pekiştirme işlevi görüyor.

ABD egemen çevreleri, ordusu ve istihbarat aygıtı içinde Ortadoğu’da nasıl ilerlenileceği üzerine taktiksel farklılıklar olsa da, İran ile askeri cepheleşmeye yönelik bir tırmanma konusunda genel bir görüş birliği var.

Brookings Enstitüsü’nden Kenneth Pollack, Wall Street Journal’da “İran Stratejisinin Daha Fazla Geliştirilmesi Gerekiyor” başlığıyla yayınlanan bir yazıda, nükleer anlaşmanın, Yemen’in ve Lübnan’ın, dikkati bu tür bir cepheleşmenin asıl alanı olan Irak’tan ve Suriye’den başka tarafa çeken şeyler oldunu ileri sürüyor.

ABD’nin Irak’ı istila etmesinin baş savunucularından biri olan eski CIA ajanı ve Ulusal Güvenlik Konseyi yetkilisi Pollack, Tahran’ın, IŞİD’e karşı Irak ve Suriye hükümetlerinin safında müdahale ederek “aşırı şekilde öne çıktı”ğını savundu.

O, “Washington, ABD’nin 1980’lerde Sovyetlere karşı Afgan mücahitleri destekleyerek yaptığı gibi, Şam’a ve İranlı destekçisine zamanla kan kaybettirmeye çalışmak için Suriyeli asilere örtülü yardımını arttırarak bundan yararlanabilir” diye yazıyor.

ABD’nin Afgan mücahitlere desteğinin ABD emperyalizminin terör ile küresel mücadelesinde sözde baş düşmanı olan El Kaide’yi doğurmuş olması, bu emperyalist stratejistin bir an olsun durup düşünmesine yol açmıyor. Pollack, ABD istihbarat çevrelerindeki diğerleri gibi, bu tür hareketlerin, bir yerde rejim değişikliği savaşlarında vekil güç işlevi görürken, bir başka yerde terörle mücadele adına ABD müdahaleleri için bahaneye dönüşme biçiminde ikili bir kullanıma sahip olduğunu bilmektedir.

Pollack, aynı zamanda, ABD’yi, İran’ın etkisine karşı koymak için Irak’ta “büyük bir askeri güç varlığı” bulundurmaya devam etmeye çağırdı.

Bu teklif, zaten bir milyonu aşkın Iraklının ve yüz binlerce Suriyelinin yaşamına mal olmuş olan ABD’nin askeri saldırı harekatlarının devam etmesini ve tırmandırılmasını içermektedir. Washington, İran’ın etkisine karşı koymak için, tüm bölgeyi havaya uçurmaya hazırlanmaktadır.

Loading