AB zirvesine militarizm ve sığınmacılara yönelik baskı konuları hakim oldu

Avrupa Birliği’nin (AB) Perşembe günü Brüksel’de başlayan bu yılki son zirvesi, bloğun durumunu göstermektedir. Toplumsal ve ulusal çelişkilerle bölünmüş ve siyasi gerilimlerle felç olmuş durumdaki 28 hükümetin başkanı, tek bir konuda anlaşıyor: militarizmin büyük ölçüde tırmandırılması.

Son aylarda başka hiçbir önemli siyasi proje, Avrupa’nın askeri birliği kadar hızlı bir şekilde ilerlemedi. Pazartesi günü, 25 katılımcı devletin dışişleri bakanları, Pesco (Sürekli Yapısal İşbirliği) altındaki ilk 17 projeyi başlattı. AB’yi uzun vadede ABD’den daha bağımsız hale getirmeyi amaçlayan Pesco, zirvede kutlandı.

AB Konseyi Başkanı Donald Tusk, zirve için yaptığı davette, Pesco’yu, “birliği farklılıklara rağmen sürdürmenin mümkün olduğunun… en iyi örneği.” olarak tanımladı. Tusk, şöyle yazdı: “25 AB ülkesi (tüm AB üyelerinin rızasıyla ve mevcut Antlaşma kuralları içinde), yeni bir alanda işbirliği başlatıyor. Birliğin bu pratikteki örneği, hepimiz için bir ilham ve umarım ki, diğer önemli kararlar için iyi bir işaret olmalı.”

Gerçekte, zirvenin katılımcıları geriye kalan neredeyse tüm konularda bölünmüş durumda. Bu, zirvenin ikinci gündem maddesi olan sığınmacı politikası için de geçerlidir.

Bütün AB üyeleri, kıtayı dışarıya kapatmak için mümkün olan tüm önlemleri alma konusunda hemfikir. AB, bu amaçla, geçtiğimiz iki yılda, Balkan rotasını kapattı ve para karşılığında, hiçbir sığınmacının Ege Denizi’nden Yunanistan’a ulaşamamasını garanti eden Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile kirli bir anlaşma yaptı.

İtalya ve AB, Libya’da, sığınmacıların Akdeniz’den geçmesini zorla engelleyen, onları alıkoyan, işkence eden ve kimi durumlarda köle olarak satan sözde sahil güvenliği ve diğer milisleri silahlandırıyor. Bu güçler, İslamcıları ve kaçakçı gruplarını kapsayan eski iç savaş milislerinden toplanıyor.

Bu canice politika sorgulanmadan kalırken, sığınmacıların kabul edilmesi konusunda AB üyesi devletler arasında keskin anlaşmazlıklar var. AB, 2015’te, büyük çoğunlukla Yunanistan’a ve İtalya’ya gelmiş olan sığınmacıların bazılarını, bağlayıcı bir kota sistemine göre diğer AB devletlerine dağıtma kararı almıştı. Bu karar, büyük ölçüde uygulanmamış olarak kaldı. Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan gibi Doğu Avrupa devletleri, sığınmacıyı kabul etmeyi hala reddediyorlar.

Bu yüzden, Polonyalı Tusk, zirveye, bölücü ve etkisiz oldukları kanıtlanmış olduğu için kotaların kaldırılması yönünde bir belge sundu.

Alman hükümeti, Tusk ile aynı fikirde olmadığını ve sığınmacıların dağıtılmasının kaçınılmaz olduğunu düşündüğünü belirtti. Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Frans Timmermans, “Göç sorununa ya bir Avrupa çözümü bulacağız ya da hiçbir çözüm olmayacak.” dedi ve her bir üye devletin bunun parçası olması gerektiğini ekledi.

Liberallerin ve Yeşillerin Avrupa parlamentosundaki önderleri, Tusk’ı yalanladı. Liberal Guy Verhofstadt, “Tusk’ın belgesiyle bütünüyle şok oldum.” dedi. Yeşillerden Ska Keller ise, “Onun Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti gibi uzlaşmazların elini güçlendirmesi kabul edilemez.” diye konuştu.

Perşembe akşamki bir diğer tartışma başlığı dış politikaydı. Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Başkanı Emmanuel Macron, Ukrayna’daki Minsk barış anlaşmasının uygulanmasına ilişkin bir değerlendirme sundu. Zirve, daha sonra, Rusya’ya karşı yaptırımların altı ay uzatılmasını kabul etti. Katılımcılar, ayrıca, ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararını tartıştılar.

Zirve katılımcıları, bugün, avro bölgesine yönelik olası reformları ele alacaklar. Ancak bu son derece tartışmalı konu üzerine hiçbir karar alınmayacak. Berlin, geçici bir hükümete sahip tek hükümet olduğu için, görüş belirtecek durumda değil.

Gündemdeki son madde, Brexit görüşmeleri olacak. Britanya Başbakanı Theresa May’in AB’nin çıkış koşullarını büyük ölçüde kabul etmesinin ardından, AB Komisyonu, görüşmelerin, Britanya ile AB arasındaki gelecekteki ilişkiyi ele alacak olan ikinci aşamasını başlatmayı tavsiye edecek. Buna, zirveden herhangi bir muhalefet gelmesi beklenmiyor.

Ancak bu, bu sorunları hiçbir şekilde çözmeyecek. Tusk, zirve için yaptığı davette, “Görüşmelerin ilk aşamasının sonucu ılımlı ilerlemedir, çünkü geçiş sürecini ve Britanya ile gelecekteki ilişkilerimizi belirlemek için sadece on ayımız var.” diyor ve ekliyordu: “Bu, zamana karşı şiddetli bir yarış olacak.”

AB’nin uyumsuzluğu, güçsüzlüğü ve bölünmüşlüğü duygusu, zirveye katılanlar göz önünde bulundurularak ölçülebilir. Zirve, bir dünya gücünün genelkurmayının toplantısından çok bir askeri hastaneye benzemektedir. Zirvede, baskı altında olmayan, siyasi varoluşu için mücadele etmeyen ve ülkesinde halk desteğine sahip olan neredeyse kimse yok. Polonya ve Çek Cumhuriyeti başbakanları daha bu hafta iktidara geldiler ve Avusturya Başbakanı önümüzdeki hafta görevden ayrılacak. AB’ye kuşkuyla ya da apaçık muhalefetle yaklaşan milliyetçilerin sayısı giderek artıyor.

12 yılla Avrupa’nın en uzun süre görev yapan hükümet başkanı olan ve Almanya’nın ekonomik ağırlığı nedeniyle uzun süredir ipleri elinde tutan Almanya Başbakanı Angela Merkel, şu anda tek geçici başbakan ve herhangi önemli bir karar alamaz. Hükümet krizi aylarca uzayabilir ve eğer yeni seçimler yapılırsa, bu Merkel’in görevden alınmasıyla sonuçlanabilir.

Bu yılın başında oyların üçte ikisiyle Fransa’daki başkanlık seçimlerini kazanmış olan Emmenuel Macron, şu anda Fransız halkının üçte birinden biraz fazlası tarafından olumlu olarak görülüyor ve destek kaybetmeye devam ediyor. Neofaşist Ulusal Cephe’nin dışında, en güçlü burjuva muhalefet partisi olan Cumhuriyetçiler, ABD Başkanı Trump’a hayran olan ve Macron’ın güçlü bir AB hedefine açıkça karşı çıkan Laurent Vauquiez’i önder olarak seçmiş durumda.

Çek Cumhuriyeti’nden Andrej Babis, bir AB zirvesine ilk kez katılıyor. Çek Trump olarak da anılan sağcı popülist milyarder, Çarşamba günü yemin etti ve bir azınlık hükümetine başkanlık ediyor. Milyonlarca avroluk AB fonunu zimmetine geçirme suçlamalarıyla karşı karşıya olduğu için, parlamentonun Ocak ayında ona güvenoyu verip vermeyeceği belirsiz.

Diğer yandan, bu, Avusturya’dan Christian Kern için son AB zirvesi olacak. Sosyal Demokratların milletvekili seçiminde yenilgiye uğramasının ardından, muhafazakar Halk Partisi (ÖVP) ile aşırı sağcı Özgürlük Partisi (FPÖ) önümüzdeki hafta göreve gelecek. Bundan sonra, Avusturya’nın, AB’ye kuşkuyla bakan Vişegrad devletleri (Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Slovakya) ile yakın işbirliği yapması bekleniyor.

Polonya Başbakanı Mateusz Morawiecki de yeni göreve geldi. O, önceli Jaroslav Kaczynski gibi, perde arkasında ipleri elinde tutan iktidardaki Yasa ve Adalet Partisi’nin (PiS) önderi Jaroslav Kaczynski’nin güvenine sahip. Morawiecki, Szydlo’nun tersine, mali bir uzman ve onun uluslararası mali sermayenin güvenini geri kazanması umuluyor.

Bir yıl önce Matteo Renzi’nin yerini alan İtalya Başbakanı Paolo Gentiloni, hiçbir seçime girmedi. Gentiloni ve Renzi’nin Demokratları (PD), anketlerde, Silvio Berlusconi ile komedyen Beppe Grillo’nun önderlik ettiği sağcı bir ittifakın oldukça gerisinde kalarak, kötü sonuçlar alıyor. Mart’taki milletvekili seçimlerinin ardından, Roma’da, AB’ye kuşkuyla yaklaşan bir hükümetin iktidara gelmesi bekleniyor.

İspanya Başbakanı Mariano Rajoy, ancak Sosyal Demokratların desteği sayesinde iktidarda duruyor. Rajoy, kısa süre önce yapılan Katalan referandumunda görüldüğü gibi, iktidarda kalmak için, Franco diktatörlüğünü hatırlatan otoriter egemenlik yöntemlerine başvuruyor.

Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras, işçi sınıfı içinde kitlesel bir muhalefet ile karşı karşıya. Çipras Brüksel zirvesine katılırken, hükümetinin kemer sıkma politikalarına ve grev karşıtı yeni bir yasaya karşı 24 saatlik bir genel grev gerçekleşti.

Çipras, 2015’te, AB’nin dayattığı kemer sıkma önlemlerini sona erdirme sözü vererek seçilmişti. O, başbakan olarak, Yunanistanlı işçilerin son yedi yılda gelirlerinin yüzde 40 kadarını kaybetmesiyle ve sosyal sistemin çökmesiyle sonuçlanan kemer sıkma politikalarını yoğunlaştırdı. 18.000 doktor ve daha birçok insan ülkeyi terk etti.

Burjuva basının iddialarının tersine, Avrupa Birliği ve onun önceli kurumlar, hiçbir zaman Avrupa’nın birliğini cisimleştirmemiştir. Onlar, her zaman, egemen sınıfın hem içeride hem de dışarıda kendi çıkarlarını gerçekleştirmeye çalıştığı araçlar olmuş; büyük şirketlere ve bankalara kıtayı kendi çıkarlarına göre düzenleme olağanı sağlamıştır.

Bununla birlikte, toplumsal gerilimlerdeki ve özellikle de önceki “koruyucu güç” ABD ile olan uluslararası anlaşmazlıklardaki artışla birlikte, geçtiğimiz yüzyılda Avrupa’yı iki kez savaş alanı haline getirmiş olan Avrupa içindeki bölünmüşlükler bir kez daha yüzeye çıkıyor.

Toplumsal eşitsizliğin büyümesi, bitmek bilmeyen sosyal kesintiler, emek piyasası reformları ve kemer sıkma önlemleri, bu sürecin başlıca sorumluluğunu taşıyan geleneksel partilere ve AB’ye duyulan güveni ortadan kaldırmıştır. Sosyal demokrat partiler, sendikalar ve Yeşiller ile Syriza gibi küçük burjuva partiler bu saldırıları ve AB’yi tartışmasız bir şekilde destekledikleri için, muhalefetten şu ana kadar asıl yararlananlar sağcı, milliyetçi ve hatta neofaşist partiler olmuştur.

Ama bu böyle sürmeyecek. İşçiler ve gençler arasındaki baskın duygu soldur. Çok sayıda insan sağcı partilerden nefret ediyor ve militarizme ve kapitalizme karşı çıkıyor. Bu duyguların siyasi bir yönelime ihtiyacı var. AB’nin dünya çapında savaş yürüten, devletin baskı aygıtını güçlendiren ve sosyal kesintiler örgütleyen askeri bir ittifaka dönüşmesine verilecek yanıt ulus devlete dönüş değildir. Yanıt, Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri olmalıdır.

Avrupa işçi sınıfı birleşmeli ve militarizme, baskıya ve sağın yükselişine karşı muhalefeti kapitalizme karşı mücadele ile birleştiren sosyalist bir program uğruna mücadele etmelidir. Bu program, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin ve onun Avrupa şubeleri olan Sosyalist Eşitlik Partileri’nin programıdır.

Loading