Marx’ın sermayenin yasalarına ilişkin çözümlemesi ve hisse senedi piyasası krizi

Burjuva ekonomi biliminin başpapazlarının (kar sisteminin ideolojik muhafızlarının) yıllardır Karl Marx’a yönelttikleri en ısrarlı saldırılardan biri, onun kapitalizmin son tahlilde işçi sınıfının yoksullaştırılmasına dayandığı görüşüdür.

Onlar, tarihin bunun tersini kanıtladığını ve Marx’ı yanlışladığını iddia ediyorlar. Onlara göre, kriz dönemleri ve kitlelerin yaşam standartlarında hızlı ve hatta uzun süreli gerilemeler olmakla birlikte, kar sistemi uzun dönemde bunları yükseltmeye olanak sağlamıştır ve ne tür dalgalanmalar yaşarsa yaşasın, sonsuz bir gelecekte bunu yapmaya devam edecektir.

Dahası, piyasa sistemi belirli bir noktada ortaya çıkmış ve bu yüzden kendisinden önceki üretim biçimleri olan kölelik ve feodalizm gibi ortadan kaybolmaya mahkum, tarihsel olarak gelişmiş bir üretim biçimi olmadığı için, onun olası bir alternatifi yoktur. O, bizzat doğanın yasalarından kaynaklanmaktadır, zorunlu ve dolayısıyla sonsuzdur. Başka sözcüklerle ifade edersek, belirli zamanlarda sorunlara yol açabilen kimi kusurlarına rağmen, her şey, olabilecek tüm dünyalardan daha iyidir.

Feodalizm zamanında, dönemin egemen sınıflarının ayakta tutulmasında ve kutsanmasında önemli bir rol oynamış olan Kilise’nin başpapazları, krizler ortaya çıktığında, bunun toplumsal sistemin bir ürünü değil ama “Tanrı’nın işi”, insanların alçalmasından kaynaklanan günahların bir cezası olduğunu ileri sürüyorlardı.

O zamandan bu yana toplumsal ve siyasal düşüncede Aydınlanma’nın ve bilimsel düşüncedeki büyük gelişmelerin ürünü olan devasa ilerlemeler olmasına rağmen, kapitalist ekonominin günümüzdeki “başpapazları”nın, burjuva ekonomistlerin ve uzmanlarının izlediği yöntem, öncellerininkinden hiç farklı değil.

Onlar, krizlerle ve bu krizlerin sürekliliğiyle karşılaştıklarında, bunların bizzat kapitalist sistemin acımasız işleyişinin ürünü olmadığını; “piyasanın kusurları”ndan ya da bazı dışsal, öngörülmedik ve rastlantısal olaylardan kaynaklandıklarını iddia ediyorlar. Yani onlar, Marx’ın belirtmiş olduğu gibi, kapitalizm ders kitaplarına (mevcut sosyoekonomik düzeni haklı çıkarmak için kullanılan günümüzün kutsal kitaplarına) uygun bir şekilde işlediği sürece, krizlerin sisteme özgü bir hastalık olmadığından yola çıkarak ilerliyorlar.

Geçtiğimiz iki hafta, piyasalarda 2008 krizinden beri yaşanan ve on yıl öncekinden daha büyük bir felaket kaygısı yaratan en büyük düşüş, tüm bu ideolojik çerçevenin ezici bir teşhirini sağladı.

Temel itici güçlerin ve bu gelişmelerin bir ifadesi olduğu içsel ve çözülemez çelişkilerin daha derin bir çözümlemesine girmeden önce, inkar edilemez bir ekonomik gerçek ile başlayalım.

2008 küresel mali krizinin patlamasından bu yana geçen on yıl içinde, yüzeye çıkmış olan temel çelişkilerin hiçbiri çözülmüş değildir. Aynı zamanda, çöküşün doğrudan ve sürmekte olan sonuçları, toplumun tepesindeki bir kapitalist oligarşi için daha önce tanık olunmadık bir servet yaratırken, milyarlarca insanın yaşam standartlarının gerilemesi ya da Marx’ın belirtmiş olduğu gibi, bir kutupta yoksulluk, sefalet ve çözülme yaşanırken, servetin diğer kutupta toplanması olmuştur.

Doğrudan sonuç ne olursa olsun, geçtiğimiz günlerdeki mali çalkantı, inkar edilemez bir gerçeklik olarak, kapitalist ekonominin sürmekte olan bir iflas tehlikesini kanıtlamıştır. O, dünyanın işçi kitleleri üzerinde, bu krizde olmasa da gelecek olanlarda düşmeye mahkum bir Demokles’in kılıcı gibi asılı durmaktadır.

Dahası, bu son krizin en çarpıcı özelliklerinden biri, onun doğrudan bir durgunluk tehlikesiyle değil ama ekonomik büyümede bir artış (Uluslararası Para Fonu’na göre 2009’dan bu yana en iyi eşzamanlı küresel büyüme dönemi) yaşanacağına ilişkin haberler eliyle harekete geçirilmiş olmasıdır. En önemlisi, onun ABD’deki ücretlerin 2009’dan beri en büyük artışı yaşadığını gösteren veriler tarafından tetiklenmesiydi.

Burjuva medyada çözümleme diye kabul edilen şeylerin çoğu, ABD Başkanı Donalt Trump’ın son derece sınırlı zekasından gelen tweetlerden biraz daha iyiydi. Trump şöyle yazmıştı: “‘Eski günler’de, iyi haberler geldiğinde Borsa yükselirdi. Bugün, iyi haberler geldiğinde Borsa geriliyor. Büyük yanlış ve bizim ekonomi ile ilgili bu kadar iyi (harika) haberimiz var!”

Trump’ın “çözümleme”si, geçtiğimiz dokuz yıl boyunca yaşanan piyasa yükselişinin asli bir özelliğini atlamış. Bu piyasa yükselişi, “iyi haberler” temelinde değil ama II. Dünya Savaşı sonrası dönemdeki her “toparlanma”da en düşük büyümenin gerçekleştiği bir dönemde meydana gelmiştir. O, yalnızca ABD Merkez Bankası’ndan (Fed) ve diğer başlıca merkez bankalarından sürekli aşırı ucuz para akışı ile sürdürülmüştür.

Clinton yönetimindeki eski Maliye Bakanı ve şu anda Harvard Üniversitesi’nde ekonomi profesörü olan Lawrence Summers biraz daha kavrayışlıydı. “Bu henüz büyük bir deprem değil” diye yazan Summers, şöyle devam ediyordu: “Bunun bir ilk sarsıntı mı yoksa rastgele bir dalgalanma mı olduğu zamanla görülecek. Ben tedirginim ve tedirgin olmaya devam edeceğim. İyi büyüme ile istikrarlı parasal durumun bağdaşabilir olduğu belirgin olmaktan uzak.”

Summers, en azından, mevcut durumda adına konuştuğu kapitalist sınıf için oldukça tedirgin edici bir şeyler olduğunun belli belirsiz farkında. Son krize yanıt olarak alınan ve sözde ekonomik sağlamlığı ve büyümeyi yeniden kurmayı amaçlayan önlemler, gerçekte, büyüme artmaya başlarken bir başka mali felaketin koşullarını yaratabilir.

Kar oranının düşme eğilimi

Şimdiki durumu çözümlemek için, kar sisteminde içsel ve nesnel çelişkilerin olmadığı öncülü üzerine kurulu burjuva ekonomi biliminin alanını terk etmek ve onun tarihsel gelişmesini, kapitalist ekonominin deviniminin Marx tarafından ortaya çıkarılmış yasaları temelinde irdelemek gerekiyor.

Mali piyasalarda Ekim 1987’deki Wall Street çöküşü ile başlayan sürmekte olan çalkantı, kapitalist ekonominin Marx tarafından açıklanmış en önemli çelişkilerinden biri olan kar oranının uzun vadeli düşme eğilimi temelinde çözümlenmelidir.

Bu eğilim, İngiliz klasik politik ekonomisinin, burjuvazinin yükselen ve ilerici bir sınıf olduğu dönemde Marx’ı öncelemiş olan en önemli iki temsilcisi Adam Smith ve David Ricardo tarafından belirtilmişti.

Smith ve Ricardo kar oranının düşme eğilimini oldukça tedirgin edici bulmakla birlikte (özellikle Ricardo, bunun kapitalizmin uzun vadeli geleceği üzerindeki etkisi açısından tedirgindi), onun bilimsel bir açıklamasını yapamamışlardı. Bu, artı değerin sırrını açığa çıkarmasından başlayarak Marx tarafından sağlandı.

Smith ile Ricardo artı değerin kaynağının gelişen işçi sınıfının emeği olduğu düşüncesine sahipti ama onun gerçek kaynağı, Marx’ın öncelleri için bir sır olmaya devam ediyordu. Onlar, eşdeğerlerin birbirileriyle değiştirildiği piyasadaki emtia değişim yasaları temelinde bir artı değerin nasıl ortaya çıktığı ve sermaye tarafından sahiplenildiği üzerine kafa patlatıyorlardı.

Marx’ın çözümü, kapitalist ekonomideki en önemli meta değişiminin, yani sermaye ile emek arasındaki değişimin incelenmesine dayanıyordu. O, işçinin kapitaliste sattığı metanın, daha önce iddia edildiği gibi bir işçinin emeği değil ama emek gücü, çalışma kapasitesi olduğunu gösterdi.

Emek gücünün değeri, piyasadaki her meta gibi, onu yeniden üretmek için gereksinim duyulan metaların değeriyle; bu durumda, birey olarak işçinin ve ailesinin sürekli ücretli işçi sağlamasını garantiye alacak şekilde yaşamını sürdürmesi için gereksinim duyulan metaların değeriyle belirleniyordu.

Artı değer, işçi tarafından işgünü boyunca üretim sürecinde yaratılmış değer ile işçinin ücret anlaşması yoluyla sermayeye satmış olduğu metanın, emek gücünün değeri arasındaki farktan kaynaklanıyordu.

Üretim sürecinde harcanmış hammaddeler ve makineler yeni bir değer üretmiyor; zaten içerdikleri değeri son ürüne aktarıyorlardı.

Ancak çözümleme henüz tamamlanmamıştı. Kar oranının açıklanması gerekiyordu. Bu oran, tekil kapitalist şirket değil ama bir bütün olarak kapitalist ekonomi düzeyinde belirleniyordu. O, işçi sınıfından çıkartılmış toplam artı değerin harcanmış toplam sermayeye (emek gücüne, üretim araçlarına, hammaddelere ve makinelere yapılan tüm harcamalara) oranı tarafından belirleniyordu.

Marx, kar oranının düşme eğiliminin dışsal bir etmenden değil ama bu sürecin merkezindeki bir çelişkiden doğduğunu gösterdi.

Kapitalist üretimin gelişmesi üretici güçlerin gelişmesine ve üretim sürecinde her zamankinden daha fazla hammaddenin ve makinenin kullanılmasına yol açtı. Sonuçta, hammaddelere ve makinelere yapılan harcamalar, harcanmış toplam sermayenin giderek artan bir bölümünü oluşturma eğilimine girdiler. Ancak Marx’ın sabit sermaye adını verdiği ve emek gücüne ya da değişken sermayeye yapılan harcamaların tersine artan bu giderler, ek ya da artı değere yol açmıyordu.

Kar oranı, toplam artı değerin kullanılan toplam sermaye (sabit ve değişken sermaye) kitlesine oranı eliyle belirlendiği için, onun azalması yönünde içsel bir eğilim vardı.

Halen, Marx’ın açıkça saptadığı gibi, dengeleyici etmenler söz konusuydu: emek gücünün değeri ile işçi tarafından işgünü sürecinde yaratılmış değer arasındaki farkı arttırmak için işçi sınıfının daha fazla sömürüsü; işsizliğin ve fazladan bir çalışan nüfusun yaratılması yoluyla ücretlerin zorla emek gücünün değerinin altına düşürülmesi; hammaddelerin ve makinelerin maliyetlerinin azaltılması, böylece kar oranının hesaplandığı sermayenin toplam değerinin azaltılması; dış ticaretin genişlemesi.

Ancak bu dengeleyici etmenler kar oranının düşme eğilimini hafifletir ve bazen oldukça etkili biçimde (hatta kar oranını arttıracak şekilde) işleyebilirken, temel eğilim sürekli olarak kendisini yeniden gösteriyordu.

Marx, kar oranının düşme eğilimi yasasını, öncelikle tarihsel bir yaklaşımla, politik ekonominin en önemli yasası olarak tanımlamıştı. Bunun nedeni, bu eğilimin, bir yandan, sermayeyi, onun etkilerinin üstesinden gelmek için üretici güçleri geliştirmeye yönlendirmesi; öte yandan da kapitalist üretim biçimini kuşatan sürekli yinelenen krizlerin kaynağı olmasıydı.

Marx’ın eleştirmenleri ve savaş sonrası hızlı büyümenin sonu

1940’ların sonundan 1970’lerin başlarına kadar uzayan savaş sonrası hızlı kapitalist büyümenin gelişmesiyle birlikte, Marx’ın yasasının tarihsel olaylar eliyle yanlışlanmış olduğu iddia edildi. 19. yüzyılın sonunda Alman revizyonist Eduard Bernstein örneğinde görülmüş olduğu gibi, Marx’ın çözümlemesine yönelik saldırı, onun izleyicisi olduğunu iddia eden ama onun gözden geçirilmesi ve güncellenmesi gerektiğinde diretenlerden geliyordu.

Marx’ın kar oranının düşme eğilimi yasasına yönelik saldırı, 1960’ların sonlarındaki en etkili kitaplardan biri olan, savaş sonrası hızlı büyümenin ortasında “bağımsız” Marksist ekonomist Paul Sweezy ile Paul Baran tarafından yazılmış Tekelci Sermaye adlı kitabın odağındaydı.

Monthly Review dergisinin kurucusu olan Sweezy, daha önce, 1941’de yayınlanmış ilk kitabı Kapitalist Gelişme Teorisi’nde, Marx’ın yasasının geçerliliği konusunda kuşku uyandırmıştı. O, şimdi, Marx’ın bu yasayı 19. yüzyılın rekabet koşullarında geliştirmiş olduğunu ve 20. yüzyılın tekelci kapitalizmine uygulanamayacağını iddia ediyordu.

Sweezy, sermayenin karşı karşıya olduğu asıl sorunun sürekli büyüyen sermaye kütlesine göre yetersiz artı değer elde edilmesi (Marx’ın yasasının işaret etmiş olduğu konu) olmadığını savunuyordu. Tersine, tekelci sermaye sürekli olarak “emilmesi” gereken arttırılmış bir artı değer kütlesi üretmişti.

Sweezy’nin teorisinin, doğrudan doğruya onun ekonomik çözümlemesinden çıkan kilit bir unsuru, tekellerin egemen olduğu ileri kapitalist ülkelerde işçi sınıfının artık devrimci bir güç olmadığıydı. O, sosyalist devrimin taşıyıcısının, artık, sözümona Üçüncü Dünya ülkelerinde ulusal kurtuluş uğruna mücadele eden kitleler olduğunu iddia etti.

Tekelci Sermaye, artık yaygın olarak okunmuyor ama bir etki yaratmaya devam ediyor. Örneğin David Harvey, Sweezy’nin ekonomik çözümlemesine ve işçi sınıfının devrimci olmayan rolüne ilişkin ısrarına sıkı sıkıya bağlı.

Bununla birlikte, Sweezy’nin Marx’ı “çürütmesi”, sıkça olduğu gibi, tam da kapitalist ekonomideki gelişmelerin Marx’ın bilimsel anlayışını doğruladığı bir noktada ortaya çıkmıştı. Daha önce, Bernstein, Marx’ın kapitalizmin kaçınılmaz çöküşüne ilişkin çözümlemesinin 1890’ların sonunda başlayan hızlı ekonomik büyüme eliyle bir kurgu haline gelmiş olduğunu ileri sürüyordu. Bernstein’ın öngörüsü, 1914’te I. Dünya Savaşı’nın patlamasının ardından, geliştirildikten yalnızca 14 yıl sonra çökmüştü.

Sweezy’nin durumunda, onun çürütülmesi, neredeyse hemen gerçekleşti. Tekelci Sermaye 1966’da yayınlandığında, ileri kapitalist ekonomilerde kar oranları azalmaya başlamıştı. Bu, artan ekonomik sorunlara ve kısa süre içinde işçi sınıfının 1968’den 1975’e kadar süren potansiyel olarak devrimci mücadelelerine neden olan sınıfsal gerilimlerin artmasına yol açtı.

Yalnızca bazılarını anarsak, Fransa’da ülke tarihinin en büyük ve en uzun genel grevi olan Mayıs-Haziran 1968 genel greviyle başlayıp İtalya’daki 1969 sıcak sonbaharını, Britanya’daki Muhafazakar hükümeti deviren 1974 madenciler grevini, Şili’deki devrimci durumu (1970-1973) ve ABD’deki çalkantıları kapsayan olaylar, dünya kapitalizmini temellerinden sarstı.

Bu mücadelelere ihanet eden Stalinistlerin, sosyal demokratların ve sendika aygıtlarının doğrudan işbirliği sayesinde, kapitalist sınıflar durumu kontrol altına alabildiler ve egemenliklerini sürdürebildiler.

Bununla birlikte, ABD’nin ve diğer başlıca kapitalist ekonomilerin azalan kar oranlarından kaynaklanan temel sorunları devam etti. İktidarda kalmayı başarmış olan egemen sınıflar, dünya ekonomisini yeniden yapılandırırken, işçi sınıfına karşı yoğun bir saldırıya giriştiler.

Bu küresel karşı saldırı, bir yüksek faiz oranı uygulamasını devreye sokmuş olan ABD Merkez Bankası (Fed) Başkanı Paul Volcker yönetiminde, ABD’de başlatıldı. Bunun iki amacı vardı: sanayinin karsız kesimlerini temizlemek, sanayide büyük bir yeniden yapılanmayı dayatmak ve önceki dönemde militan işçi sınıfı mücadelelerinin merkezleri olan büyük sanayi tesislerini ortadan kaldırmak. Volcker’in temizliğinin, 1982-83’te Büyük Bunalım’dan o yana yaşanmış en ciddi küresel durgunluğa yol açan yaygın küresel sonuçları oldu.

1980’li yıllar, en önemlileri ABD hava trafik denetçilerinin Reagan tarafından 1981’de topluca işten atılması ile Thatcher’ın başkanlığındaki Muhafazakar hükümetin Britanyalı madencilerin 1984-85’teki grevine karşı devlet şiddetine başvurması olan büyük sınıf çatışmaları ile karakterize edildi. O on yılda, aynı zamanda, sendikaların rolünde temel bir dönüşüm yaşandı. İşçi sınıfının sınırlı kazanımlar elde etmesi için mücadele etmiş olan bu örgütler, piyasa yanlısı, kapitalist yeniden yapılanma programının başlıca uygulayıcıları haline gelirken, işçi sınıfının tüm mücadelelerine ihanet ettiler.

İşçi sınıfının toplumsal konumuna yönelik, kar oranındaki düşüşe karşı koymak için artı değer çıkarımını arttırmayı amaçlayan saldırıya, daha ucuz işgücü kaynaklarından yararlanmaya yönelik küçülme ve küreselleşme yoluyla, üretimin yeniden örgütlenmesi eşlik etti.

Mali spekülasyonun büyümesi

Bu yeniden yapılanmada, mali sermayenin 1930’ların felaket getiren deneyimlerinin ardından getirilmiş olan sınırlamalardan ve düzenlemelerden kurtarılması can alıcıydı. Çürük tahvillerin piyasaya çıkarılması ve başka önlemler yoluyla artan mali işlemler, şirketlerin istekleri dışında dışarıdan yönetilmesi, küçülmeler, birleşmeler ve kapitalist üretimin örgütlenmesini dönüştüren yatırımlar için çok önemliydi.

Aynı zamanda, kar oranları üzerindeki basınç, Marx’ın öngörmüş olduğu gibi, sermayenin, kar birikiminin bir aracı olarak mali piyasalara ve spekülatif girişimlere yönelmesi ile sonuçlandı.

Bu süreç, tasarrufların ve borçların patlamasıyla ve Dow Jones’un Ekim 1987’de tek bir gün içinde yüzde 22’den fazla düştüğü borsa çöküşü ile birlikte, 1980’lerin sonunda mali fırtınalara yol açtı.

Yeni Fed Başkanı Alan Greenspan’ın yanıtı önemli bir dönüm noktası oluşturdu. O, merkez bankasının mali piyasalara nakit sağlayacağını taahhüt etti. Bu, “Greenspan hamlesi” olarak tanınacaktı. Gerçekte, önceki politikayı tersine çeviren Fed mali piyasaların garantörü haline geldi.

Ekim 1987 çöküşü tarihteki bir gün içinde yaşanan en şiddetli gerileme olmakla birlikte, bir bütün olarak ekonomide daha yaygın bir krize yol açmadı.

Bunun nedeni, ABD’deki işçi sınıfına yönelik saldırının ve büyük sanayi üretim alanlarının ucuz işgücü sağlayan Doğu Asya’daki ülkelere (“Asya Kaplanları”) aktarılmasıyla damgalanan ilk küreselleşme dalgasının kar oranını yükseltmeye başlamış olmasıydı.

Bu, 1991’den sonra, Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasıyla ve bunun sonucunda Hindistan gibi ülkelerin ulusal olarak düzenlenmiş kalkınma programlarını terk edip giderek daha fazla serbest piyasaya yönelmesiyle desteklendi.

En önemlisi, Çin’de kapitalizmin restorasyonu ve ülkenin küresel şirketlere açılmasıydı. Özel ekonomik bölgelerin kurulmasıyla birlikte 1980’lerde bir ucuz işgücü kaynağı haline gelmiş olan Çin, daha da açıldı. Haziran 1989’daki Tiananmen Meydanı katliamı, Çin Komünist Partisi’nin, Çin işçi sınıfının küresel sermaye tarafından sömürüsünü güvenceye almak için gerekli her yöntemi kullanmaya hazır olduğuna ilişkin bir işaretti.

ABD ekonomisi, Clinton’ın 1993’te başlayan ilk başkanlık döneminde, ABD’deki ücretlerin otuzda biri kadar ücret ödenen ucuz işgücünün sömürüsünün sağladığı destek sonucunda, artan kar oranlarının keyfini çıkardı.

Bununla birlikte, Marx tarafından tespit edilmiş ana eğilim, ortalama ABD kar oranının tersine dönmeye başladığı 1997’den başlayarak kendisini yeniden göstermeye başladı. Sonuç olarak, 1990’larda büyük bir hızla artmış olan parasal araçlarla kar birikimi giderek kırılgan hale geldi.

1996’ya gelindiğinde, Greenspan, hisse senedi fiyatlarının gerçek ekonomiden sürekli daha kopuk hale gelme eğilimini ifade eden “akıldışı coşkunluk” dediği şeye dikkat çekti. Ancak bu uyarı hiçbir işe yaramadı. Mali sermayenin dayatmalarına ve taleplerine yanıt veren Greenspan, daha açık bir şekilde, spekülasyon için ucuz para sağlamaya yöneldi.

1997-98 Asya mali krizi önemli bir dönüm noktasıydı. Bu kriz, Güneydoğu Asya’da, 1930’larda ileri kapitalist ülkelerde yaşanan çapta bir bunalıma yol açtı ama Clinton, onu, küreselleşme yolunda önemsiz bir “arıza” olarak ciddiye almadı.

Bunu, ABD’de bulunan ve New York Federal Reserve’in, batması tüm mali sistemi çökertmesin diye düzenlediği bir operasyonda yara almış olan yatırım fonu yönetimi şirketi Long Term Capital Management’ın (LTCM) 1998’deki çöküşü izledi.

Fed her zamankinden daha ucuz para sağlarken, internet şirketleri balonu harekete geçmişti. Mali piyasaların emriyle, 1930’ların bunalımı sonucunda oluşturulmuş olan ve onların yağmacı operasyonlarını kontrol eden düzenleyici mekanizmalardan en son geride kalanlar, Clinton yönetiminin 1999’da Glass-Steagall Yasası’nı yürürlükten kaldırmasıyla birlikte ıskartaya çıkarıldı.

2001’de Enron’un çökmesi, spekülatif mali balona damga vuran şaibeli uygulamaları ve açık suçluluğu gözler önüne serdi. Enron, karın piyasa beklentilerini karşılayacak şekilde önceden kararlaştırıldığı ve ardından hesapların istenen sonucu göstermesi için manipüle edildiği yeni muhasebe uygulamalarına öncülük etmişti.

Teknoloji ve internet şirketleri balonunun çökmesinin ardından, mali sermaye, bir kez daha Fed’den gelen ucuz para ile kolaylaştırılmış spekülatif kar birikimi için, yeni yöntemlerin geliştirilmesine yöneldi. O, geri ödeme gücü olmayan kişilere verilen kredi piyasası üzerine odaklanmış ama onun fazlasıyla ötesine geçen, son derece karmaşık ve gizemli mali türevler geliştirdi. Diğerlerinin arasında, kilit rol oynayan firma Goldman Sachs idi. O, piyasaya sonunda başarısız olacağını bildiği yeni ürünler çıkardı ama bu arada, işlemlerin iki tarafını da finanse ederek para kazandı.

2008 küresel mali krizi

Nisan 2007’de, dönemin Fed Başkanı Ben Bernanke, geri ödeme gücü olmayan kişilere verilen yüksek faizli ipotekli konut kredileri sorununun daha geniş piyasayı etkileyebilecek sorunlara yol açabileceği olasılığını, bu ürünler borsada yalnızca 50 milyar dolarlık bir işlemi ifade ettiği için reddetti.

Ancak kriz, patladığında, Lehman Brothers’ın çöküşünün ardından sigorta devi AIG’yi çökmekle tehdit edecek şekilde, tüm mali sistemi içine çekti. Çünkü, geri ödeme gücü olmayan kişilere verilen yüksek faizli kredi piyasasında başvurulan yöntemler “dolandırıcı” faaliyetler değil; bir bütün olarak mali piyasaların karakteristik özelliğiydi.

Fed’in ve diğer merkez bankalarının 2008 krizine yanıtı, bir diğer belirleyici dönüm noktasına işaret etti. Artık söz konusu olan, başarısız bir şirketi kurtarmak için müdahale etme sorunu değildi. ABD ve bir bütün olarak küresel mali sistemi desteklemek için büyük bir müdahale gerekiyordu.

Faiz oranlarının tarihsel olarak en düşük, bazı durumlarda negatif düzeylere indirilmesi ve mali sisteme trilyonlarca dolar enjekte edilmesi, kapitalist üretim biçiminin Marx tarafından açıkça ortaya konmuş yasalarının ifadesi olan spekülasyonda dışavuran çelişkilerin üstesinden gelmedi ama onları daha da arttırdı.

Mali servet birikiminin 2008 krizini izleyen on yılda sürekli olarak artması, gerçek ekonomideki büyümenin sonucu değildir. 2009’dan bu yana yaşanan “toparlanma”, gerçekte, savaş sonrası dönemin en zayıfıdır ve gerçek ekonomiye yapılan yatırımların tarihsel olarak en düşük düzeylere düşmesiyle ve üretkenlikte bir gerileme ile damgalanmaktadır.

Lehman krizinden sonra, mali sermaye, önceki kar birikimi mekanizmalarının havaya uçmasına, yenilerini yaratarak, spekülasyon yoluyla yanıt verdi. Bunlardan biri, oynaklık endeksine (Vix) “kısa devre yapma” [fiyatların düşeceği beklentisiyle satış yapma], yani devam eden piyasa sakinliği üzerine bahis oynama üzerine kurulu borsa yatırım senetleri, şimdi, 2008’den bu yana en önemli çalkantı ile sonuçlanmış durumda.

Bununla birlikte, bu yeni spekülasyon biçimleri yalnızca bir tetikleyicidir. Şimdiki kırılganlığın ve yaşanacak başka şeylerin (fırtınanın geçtiğinden kimse emin değil) daha kapsamlı önemi, onun daha hızlı büyüme ve işçi sınıfının, sınıf mücadelesinin onlarca yıl boyunca bastırılmasının ardından daha yüksek ücretler yönündeki baskısı eliyle kışkırtılmış olmasıdır.

Ekonomideki gelişmeler, Marx’ın kapitalist ekonominin devinim yasalarına ilişkin çözümlemesinin başlıca sonucunu bir kez daha doğrulamıştır. Sermaye birikimi (kapitalizmin temel itici gücü), ne tür inişler ve çıkışlar sergilerse sergilesin, isterse uzun yükseliş dönemleri yaşasın, son tahlilde, işçi sınıfının süregiden ezilmesi ve yoksullaştırılması üzerine kuruludur.

Tüm burjuva ekonomi bilimlerinin temelini oluşturan, kapitalist ekonominin en azından uzun vadede insanlığın ana kitlesi olan, tüm servetin üreticisi işçi sınıfı için gelişmenin yolunu sağladığı yalanı teşhir olmuştur. Bu, ekonomik büyüme işaretlerinin ve yaşam standartlarındaki gerilemeye karşı giderek büyüyen bir işçi hareketinin on yıl öncekinden daha ciddi yeni bir mali felaket olasılığını arttırdığı gerçeği eliyle açıkça ortaya konmuş durumda.

Marx’ın sermayenin devinim yasalarına (onun ifadesiyle, kendilerini yer çekimi yasasının, bir ev başımıza yıkıldığında kendini göstermesinde olduğu gibi ifade eden yasalara) ilişkin çözümlemesi, yanlışlanmış ya da zamanını doldurmuş olmak bir yana, canlı olaylar eliyle doğrulanmıştır.

Bu çözümleme ve Marx’ın vardığı, işçi sınıfının üretmiş olduğu servetin kontrolünü bilinçli olarak kendi eline almak zorunda olduğu biçimindeki başlıca sonuç, işçilerin şimdi yaşanan mücadelelerde yol gösterici perspektifi haline gelmelidir.

Bu tarihsel görev, soyut bir teorik kurgudan kaynaklanmıyor. Burjuva ekonomisinin kapitalist sistemin kendini temize çıkarmasına hizmet eden tüm kocakarı ilaçlarının tersine, Marx’ın çözümlemesi, kapitalist gelişmenin nesnel eğilimlerinin ve içsel mantığının bilimsel bir incelemesidir.

Kapitalist gelişmenin her zamankinden daha patlayıcı biçimler edinen bu mantığı, eğer insanlık bir felaketi önleyecek ve ilerleyecekse, uluslararası işçi sınıfının önüne, doğrudan doğruya, her mücadelede bu gerici ve tarihsel olarak zamanını doldurmuş kar sistemini yıkma temelinde bir perspektif uğruna mücadele etme gerekliliğini koymaktadır. Mali piyasalardaki son kargaşa turunun esas anlamı budur.

Loading