Troçkizmin yüzüncü yılı üzerine Londra toplantısında sunulan rapor

Gazze’de soykırım: Emperyalizm uçuruma gidiyor

Aşağıdaki konuşma, Dünya Sosyalist Web Sitesi Uluslararası Yayın Kurulu Başkanı David North tarafından, Lev Troçki ve Yirmi Birinci Yüzyılda Sosyalizm Mücadelesi konulu uluslararası konferanslar dizisinin bir parçası olarak 18 Kasım Cumartesi günü Birkbeck, University of London’dan düzenlenen toplantıda yapıldı. Bu konferans, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin temel ilkelerini Gazze’deki emperyalist-Siyonist soykırıma karşı mevcut mücadeleyle ilişkilendirmektedir.

Açık Mektup ve Uluslararası Komite’nin kökenleri

Yetmiş yıl önce bu hafta, 16 Kasım 1953’te, o zamanlar ABD’deki Troçkist örgüt olan Sosyalist İşçi Partisi’nin (SWP) gazetesi The Militant’ta bir “Dünyanın Dört Bir Yanındaki Troçkistlere Mektup” yayımlandı. Partinin Ulusal Komitesi adına yayımlanan mektubun yazarı, SWP’nin 63 yaşındaki ulusal başkanı James P. Cannon’dı.

Sosyalist İşçi Partisi, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki antikomünist yasalar nedeniyle Dördüncü Enternasyonal’e resmi olarak üye değildi. Bu teknik sınırlamaya rağmen Cannon’ın siyasi otoritesi, 1928’de Uluslararası Sol Muhalefet’in kuruluşunda oynadığı kritik role, daha sonra Dördüncü Enternasyonal için mücadelede Troçki ile yakın işbirliğine ve Eylül 1938’deki kuruluş kongresinin hazırlanmasına, Troçki’nin 1939-40 yıllarında Max Shachtman, James Burnham ve Martin Abern’in küçük burjuva revizyonist eğilimine karşı yürüttüğü mücadeledeki merkezi rolüne ve Troçki’nin Ağustos 1940’ta öldürülmesinin ardından, İkinci Dünya Savaşı’nın gerici ortamında ve Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında Dördüncü Enternasyonal’in programatik mirasını tavizsiz bir şekilde savunmasına dayanıyordu.

James P. Cannon

Ancak 1953’te Cannon, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Sekreterliği’nde, Michel Pablo ve Ernest Mandel tarafından temsil edilen ve Troçkist hareketin temel programatik dayanaklarının reddedilmesini öneren güçlü bir revizyonist eğilimle karşı karşıya geldi. Pablo’nun revizyonizminin merkezi unsurları, Troçki’nin Stalinizmin karşıdevrimci doğası konusundaki ısrarının ve Dördüncü Enternasyonal’i Sosyalist Devrimin Dünya Partisi olarak inşa etme perspektifinin reddedilmesiydi. Pablo ve yardımcısı Mandel, Dördüncü Enternasyonal’in şubelerinin kitlesel Stalinist partiler içinde ya da belirli bir ülkedeki güçler dengesine bağlı olarak sosyal demokrat, burjuva milliyetçi ve küçük burjuva radikal hareketler içinde tasfiye edilmesini savunuyorlardı.

Amerika Birleşik Devletleri’nde, Pablo’nun takipçileri bu tasfiyeci programı “Eski Troçkizmi Çöpe At” bayrağı altında ilerlettiler. Cannon’ı ve SWP’nin kıdemli önderliğini, “öğretiye bağlı Troçkizm”i savunmaları siyasi açıdan önemsiz olan “müzelik parçalar” olarak alaya aldılar. Pablo sadece bir söz savaşına girmemişti. Uluslararası Sekretarya’daki konumunu, Dördüncü Enternasyonal’deki Troçkizm karşıtı hizipleri örgütlemek ve Dördüncü Enternasyonal’i bağımsız bir devrimci hareket olarak tasfiye etme çabasına karşı çıkan bireyleri ve hatta tüm şubeleri ihraç etmek için kullandı.

Pablo’nun Dördüncü Enternasyonal’e karşı savaşının altında yatan siyasi anlayış, Troçki’nin analizinin aksine Stalinizmin kuvvetli bir devrimci güç olarak kalmaya devam ettiği düşüncesiydi. Kitlelerin baskısına yanıt olarak ve küresel bir nükleer savaş koşullarında, Stalinistler iktidarı almak zorunda kalacaklardı. Bu sürecin sonucu, birkaç yüzyıllık bir dönemden sonra bir şekilde sosyalist toplumlara dönüşecek olan “deforme işçi devletleri”nin yaratılması olacaktı.

Bu tuhaf perspektifin önemli bir takipçi kitlesine sahip olması, yalnızca İkinci Dünya Savaşı sonrasında Dördüncü Enternasyonal içinde gelişen siyasi kafa karışıklığına değil, aynı zamanda radikal sol siyasete angaje olan, giderek daha varlıklı ve siyasi öz-bilinçli bir küçük burjuvazinin artan etkisine de tanıklık ediyordu.

DEUK’un temel ilkeleri

Cannon’ın “Açık Mektup” olarak bilinen metni yayımlaması, Dördüncü Enternasyonal’i savunmaya yönelik kritik bir siyasi girişimdi. Cannon, muazzam siyasi deneyiminden yararlanarak Troçkist hareketin temel ilkelerini kısaca özetleyerek şöyle yazmıştı:

1. Kapitalist sistemin can çekişmesi, giderek kötüleşen bunalımlar, dünya savaşları ve faşizm gibi barbarca ifadeler dolayımıyla uygarlığı yıkımla tehdit etmektedir. Atom silahlarının gelişmesi, bugün, bu tehlikeyi olabilecek en vahim biçimde vurgulamaktadır.

2. Bu uçuruma gidiş, yalnızca kapitalizmin yerini dünya çapında planlı sosyalist ekonominin almasıyla; kapitalizmin ilk döneminde açılmış olan ilerleme çevriminin bu yolla yeniden başlatılmasıyla önlenebilir.

3. Bu, yalnızca, toplumdaki tek gerçek devrimci sınıf olan işçi sınıfının önderliği altında gerçekleştirilebilir. Ancak, dünyadaki toplumsal güçler arasındaki ilişkiler, işçilerin iktidar yolunu tutması için hiçbir zaman bugünkü kadar uygun olmamakla birlikte, bizzat işçi sınıfı bir önderlik kriziyle karşı karşıyadır.

4. İşçi sınıfı, kendisini bu dünya-tarihsel amacı gerçekleştirme yönünde örgütlemek için, her ülkede, Lenin tarafından geliştirilmiş türde devrimci sosyalist bir parti; yani, demokrasi ile merkeziyetçiliği (kararların alınmasında demokrasi, onları uygulamada merkeziyetçilik; üyeler tarafından denetlenen bir önderlik ve ateş altında görevlerini disiplinle yerine getirecek üyeler) diyalektik olarak birleştirme yeteneğine sahip savaşçı bir parti kurmak zorundadır.

5. Bunun önündeki başlıca engel, 1917 Ekim Devrimi’nin saygınlığını sömürerek işçilerin sempatisini kazanan, ardından da onların güvenine ihanet ederek ya Sosyal Demokrasinin kollarına ya duyarsızlığa ya da kapitalizme ilişkin yanılsamalara savuran Stalinizmdir. Bu ihanetlerin cezası, faşist ve monarşist güçlerin sağlamlaşması ve kapitalizm eliyle hazırlanıp teşvik edilen yeni savaşların patlaması biçiminde, işçi sınıfı tarafından ödenmektedir. Dördüncü Enternasyonal, ortaya çıktığı ilk günden beri, Stalinizmin SSCB’nin içinde ve dışında devrimci yoldan alaşağı edilmesini başlıca görevlerden biri olarak belirlemiştir.

6. Dördüncü Enternasyonal’in birçok şubesinin ve onun programına yakınlık duyan partilerle grupların esnek taktiklere olan gereksinimi, onların, emperyalizme ve onun ulusalcı oluşumlar ya da sendika bürokrasileri gibi küçük burjuva ajanlarına karşı Stalinizme teslim olmadan nasıl mücadele edileceğini; tersten söylersek, son tahlilde emperyalizmin küçük burjuva ajanı olan Stalinizme karşı, emperyalizme teslim olmadan nasıl mücadele edilebileceğini bilmelerini daha da kaçınılmaz kılmaktadır.

Lev Troçki tarafından oluşturulmuş bu temel ilkeler, günümüz dünyasının giderek karmaşıklaşmış değişken politikalarında, geçerliliklerini bütünüyle korumaktadırlar. Gerçekte, Troçki’nin öngördüğü gibi her yerde ortaya çıkan devrimci durumlar, bir zamanlar günün canlı gerçekleriyle doğrudan bağlantılı olmayan uzak soyutlamalar gibi görünen şeylere, şimdi tam bir somutluk kazandırmıştır. Gerçek olan şu ki, bu ilkeler, şimdi, hem siyasi çözümlemede hem de pratik eylemin gidişatını belirlemede giderek artan bir güç kazanmaktadır.

Açık Mektup, yayımlanmasından yetmiş yıl sonra, mevcut siyasi durumun ve Uluslararası Komite önderliğindeki Dördüncü Enternasyonal’in görevlerinin bir özeti olarak geçerliliğini hiç yitirmeden korumaktadır. Cannon’ın nükleer silahların kullanımı ve faşist barbarlık tehlikesi konusundaki uyarısı bugün 1953’te olduğundan daha da günceldir.

Göze çarpan en önemli değişiklik, Sovyetler Birliği’nin artık var olmaması ve kitlesel Stalinist partilerin süpürülüp atılmış olmasıdır. Elbette, Stalinizmin gerici sınıf işbirlikçisi, milliyetçi ve anti-sosyalist politikaları yeni siyasi kılıklar altında varlığını sürdürdüğü ölçüde, işçi sınıfının devrimci hareketinin önündeki engel ortadan kalkmış değildir.

İşçi sınıfı hâlâ sendika bürokrasilerinin sistematik ve örgütlü ihanetiyle, kendilerini hâlâ İşçi Partisi, sosyal demokrat ve “Yeşil” olarak etiketleyen gerici örgütlerle ve sayısız sahte sol, burjuva ve küçük burjuva milliyetçi parti ve örgütle –ki bunların birçoğu kökenlerini Dördüncü Enternasyonal’in programının Pablocular tarafından reddedilmesine dayandırmaktadır– karşı karşıyadır. Devrimci önderlik krizi çözülmeyi beklemektedir.

Lev Troçki Sol Muhalefet üyeleriyle birlikte.

Ancak Stalinizmin Ekim Devrimi’nin mirası ve programıyla yanlış ve siyasi olarak kafa karıştırıcı bir şekilde özdeşleştirilmesinden geriye kesinlikle hiçbir şey kalmamıştır. Kitlesel Stalinist hareketin çöküşü, Troçki’nin bir asır önce Sol Muhalefet’in kuruluşuyla başlattığı mücadeleyi haklı çıkarmış ve Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin dünya devrimci siyasi perspektifini doğrulamıştır. Bunlar, dünya kapitalist sisteminin mevcut uluslararası krizinde muazzam öneme sahip siyasi gerçeklerdir.

Uçuruma gidiş: Gazze soykırımı

Bugün Gazze’de yaşanmakta olan soykırımın ortasında toplanıyoruz. Bu, Açık Mektup’un uyardığı “uçuruma gidiş” gerçekleşmesidir. Marx’ın yazdığı gibi, kapitalizm tarihsel olarak “tepeden tırnağa, her gözeneğinden kan ve pislik damlayarak” ortaya çıkmıştır. Ve aynı şekilde de sona erecektir.

Dünyanın dört bir yanındaki milyarlarca insan, İsrail rejiminin tüm emperyalist güçlerin tam desteğiyle gerçekleştirdiği vahşetin her gün ortaya çıkan görüntüleri karşısında öfke duyuyor. ABD ve NATO müttefiklerinin savaşlarını meşrulaştırmak için kullandıkları –genellikle “insani müdahaleler” olarak tanımlanan– tüm ikiyüzlü “insan hakları” çağrıları tamamen ifşa olmuş ve itibarsızlaşmıştır.

Her bir emperyalist lider –ABD’de Biden, Kanada’da Trudeau, Britanya’da Sunak, Fransa’da Macron, Almanya’da Scholz, İtalya’da Meloni– Netanyahu’nun toplu katliamdaki tamamen suç ortağı konumundadır. Savaş suçları yargılamaları yapılsaydı, onlar, bazı Nazi elebaşlarının Nürnberg’de gülünç bir şekilde yapmaya çalıştıkları gibi, İsrail Siyonist rejimi tarafından işlenen vahşetten haberdar olmadıklarını iddia edemezlerdi. Bu suçların farkında olmakla kalmayıp, onları meşrulaştırmış ve hatta memnuniyetle karşılamışlardır.

ABD Başkanı Joe Biden, 18 Ekim 2023 Çarşamba günü Tel Aviv’deki Ben Gurion Uluslararası Havalimanı’na varışının ardından İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu tarafından karşılandı. [AP Photo/Evan Vucci]

16 Kasım itibarıyla Gazze’de en az 4.710’u çocuk olmak üzere 11.500 kişinin öldüğü teyit edilmiştir. Filistinli çocukların öldürülme oranı 21. yüzyıldaki diğer tüm çatışmalardan çok daha yüksektir. Ayrıca 29.800’den fazla Filistinli de yaralanmıştır. İletişim olanaklarından yoksun olan Gazze Sağlık Bakanlığı ölü ve yaralı sayısını saymayı durdurdu. İsrail saldırıları 7 Ekim’den bu yana her gün ortalama 320 Gazzeliyi öldürdü. Bu oran bugüne kadar devam etseydi, ölü sayısı muhtemelen 13.000’in üzerinde olacaktı. Bu rakamın yarısından fazlasını kadın ve çocuklar oluşturmaktadır. Gazze’ye yönelik halı bombardımanı, Gazze’nin kuzeyindeki evlerin yüzde 40’ını yıktı ya da hasar verdi ve sağlık, gıda dağıtımı ve su arıtma sistemlerini paramparça etti; bunlar uluslararası hukuka göre açıkça savaş suçlarıdır. İsrail askeri makinesinin şiddeti esas olarak Gazze halkına yönelmiş olsa da, ordu ve faşist yerleşimciler Batı Şeria’da da yaklaşık 175 Filistinliyi öldürdü.

İsrail saldırısının soykırımcı karakteri konusunda hiçbir şüphe yoktur. İsrailli liderlerin açık beyanları da bunu doğrulamaktadır. Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir, Hamas’ı destekleyen herkesin “ortadan kaldırılması” gerektiğini söyledi. Netanyahu’nun koalisyon ortağı ve İsrail’in Miras Bakanı Amihai Eliyahu, Gazze’ye nükleer bomba atmanın bir seçenek olması gerektiğini söyledi. Yakın zamana kadar İsrail Enformasyon Bakanı olan Galit Distel Atbaryan ise “Gazze’nin tamamının yeryüzünden silinmesini” ve halkının Mısır’a sürgüne gönderilmesini talep etti.

Ekim ayı sonunda Craig Mokhiber, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği New York Ofisi direktörlüğü görevinden istifa ederken şunları söylüyordu: “Bu, ders kitabı niteliğinde bir soykırım vakasıdır. Filistin’deki Avrupalı, etno-milliyetçi, yerleşimci sömürgeciliği projesi, Filistin’deki yerli Filistin yaşamının son kalıntılarının da hızla yok edilmesine yönelik sürecin son aşamasına girmiştir. Dahası, Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık ve Avrupa’nın büyük bir kısmının hükümetleri bu korkunç saldırının tamamen suç ortağıdır.” Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komiseri Volker Turk Cenevre’de yaptığı açıklamada şunları söyledi: “İnsani değerlere duyulan en temel saygıda bir kırılma yaşanmıştır. Bu kadar çok sivilin öldürülmesi ikincil hasar olarak görmezden gelinemez.”

Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki Cibaliye mülteci kampında İsrail hava saldırılarının hedef aldığı binaların enkazları arasında insanlar dolaşırken bir adam enkazın üzerinde oturuyor, 1 Kasım 2023 Çarşamba. (AP Fotoğrafı/Abed Khaled)

Netanyahu rejiminin Hamas tarafından bir askeri operasyon merkezi olarak kullanıldığını ortaya çıkaracağını iddia ettiği El Şifa Hastanesi’ne yapılan baskın, İsrail’in insanlığa karşı işlediği suçların daha fazla kanıtını ortaya koymuştur.

Emperyalizmin savaş çığlığı: “Ateşkes yok”

Sivil halka yönelik sınır tanımayan şiddetin günlük görsel kanıtları karşısında emperyalist güçler ateşkes çağrılarına defalarca ve kesin bir dille karşı çıktılar. “Ateşkes yok” İsrail rejiminin müttefiklerinin ölüm saçan savaş çığlığı haline geldi. Bunun yerine, ABD hükümetinin ve NATO müttefiklerinin örtmece uzmanları, İsrail silahlı kuvvetleri tarafından silahların yeniden doldurulmasını ve hedeflerin yeniden ayarlanmasını tarif etmek için dikkat çekici bir şekilde “insani duraklama” ifadesini icat ettiler.

İsrail hükümeti ve emperyalist destekçileri bu soykırım saldırısını Hamas’ın 7 Ekim’de başlattığı saldırıya meşru bir yanıt olarak gerekçelendiriyor. Öncelikle o günkü olaylara ilişkin resmi bir soruşturma yürütülmediğini belirtelim. Bırakın kurbanların nasıl hayatlarını kaybettiklerini, ölenlerin sayısı bile tam olarak bilinmiyor. Kaç İsrailli kurbanın Hamas tarafından öldürüldüğü ve kaçının İsrail ordusunun yoğun misillemesi sonucu öldüğü konusunda güvenilir bir bilgi yok. Dahası, cevaplanmamış sorular arasında, Gazze’ye saldırmak için bahane arayan Netanyahu hükümetinin Hamas tarafından bir tür operasyon planlandığını gösteren istihbarat bilgilerini kasten göz ardı edip etmediğiyle ilgili olanlar da var. Netanyahu rejiminin İsrail’e yönelik saldırının boyutlarını öngörememiş olması kesinlikle mümkün olmakla birlikte, Gazze ve Batı Şeria’da faaliyet gösteren İsrail istihbarat kurumlarının Hamas’ın büyük bir askeri operasyona hazırlandığından tamamen habersiz olduğuna inanmak zor.

Daha fazla bilgi mutlaka ortaya çıkacaktır. Ancak İsrail rejiminin mevcut eylemlerini 7 Ekim’de yaşananlara uygun bir yanıt olarak meşrulaştırma girişimi temelde aldatıcıdır ve açık konuşmak gerekirse, konuyla büyük ölçüde alakasızdır. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısını Hamas tarafından başlatılan saldırıya meşru bir misilleme olarak haklı gösterme çabası, tarih boyunca ezenlerin ezilenlerin direnişini bastırmalarını haklı göstermek için kullandıkları argümanlardan farksızdır.

İzninizle geçen ay Michigan Üniversitesi’nde verdiğim bir konferanstan alıntı yapmak istiyorum:

Bu kadar çok sayıda masum insanın ölümü trajik bir olaydır. Ancak bu trajedinin kökleri, böyle bir olayı kaçınılmaz kılan nesnel tarihsel olaylara ve siyasi koşullara dayanmaktadır. Her zaman olduğu gibi, egemen sınıflar ayaklanmanın nedenlerine yapılan tüm atıflara karşı çıkmaktadır. Kendi katliamlarından ve acımasızca yönettikleri tüm kanlı baskı sisteminden hiç bahsedilmemelidir.

Siyonist rejimin onlarca yıldır uyguladığı baskının öfke patlamasına yol açmasına kim neden şaşırsın ki? Bu geçmişte de oldu ve insanlar baskı ve zulüm gördükleri sürece gelecekte de olacak. Zulme maruz kalanların, kendi hayatları tehlikedeyken umutsuz bir isyan sırasında, işkencecilerine yufka yürekli bir nezaketle davranmaları beklenemez. Bu tür isyanlara genellikle zalim ve kanlı intikam eylemleri damgasını vurur.

Akla pek çok örnek geliyor: Hindistan’daki Sepoy isyanı, Dakota yerlilerinin yerleşimcilere karşı ayaklanması, Çin’deki Boxerların, Güneybatı Afrika’daki Hereroların isyanı ve daha yakın zamanlarda Kenya’daki Mau Mau ayaklanması. Tüm bu vakalarda, isyancılar kalpsiz katiller ve şeytanlar olarak suçlanmış ve acımasız cezalara maruz bırakılmışlardır. Gecikmeli de olsa özgürlük savaşçıları olarak onurlandırılmaları için on yıllar, hatta bir asır ya da daha fazla zaman geçmesi gerekmiştir.

Savaş ve baskı bahanesi olarak terör olayları

Bir terör olayının bir hükümetin siyasi hedeflerini gerçekleştirmek için bahane olarak hesaplı bir şekilde kullanılmasına gelince, akla birkaç örnek geliyor. 1914 yılında Avusturya-Macaristan monarşisi, Saraybosna’da arşidükün öldürülmesinin sağladığı fırsatı Sırbistan’a kabul edilemez bir ültimatom vermek ve ardından savaşa girmek için kullanmıştı.

Kasım 1938’de, Paris’te yaşayan 17 yaşındaki Polonya doğumlu Herschel Grynszpan adlı bir mülteci, Alman diplomatik heyetinin bir üyesi olan Ernst Von Rath’a suikast düzenledi. Bu eylemi Nazi rejiminin acımasız Yahudi karşıtı politikalarını protesto etmek için düzenlemişti. Naziler bu genç adamın umutsuz eyleminden yararlanarak Almanya çapında “Kristallnacht” olarak bilinen şiddetli bir Yahudi karşıtı pogrom başlattı. 100’den fazla Yahudi öldürüldü ve 30.000’i yakalanıp toplama kamplarına gönderildi. Yaklaşık 300 sinagog tahrip edildi ve Yahudilere ait binlerce işyeri yağmalandı.

Kristallnacht'ta yakılan Fasanenstrasse Sinagogu'nun iç görünümü, Berlin [Photo: Center for Jewish History, NYC]

İsrail’in Britanya Büyükelçisi Şlomo Argov’a 3 Haziran 1982’de Londra’da düzenlenen suikast girişimi gibi daha pek çok olaydan bahsedilebilir. İsrail hükümeti bu olayı, Lübnan’ın güneyinde bir güvenlik bölgesi oluşturmak amacıyla “Celile İçin Barış Operasyonu” adını verdiği geniş çaplı bir Lübnan istilası başlatmak için bahane olarak kullandı.

Bu işgalin bir sonucu da Beyrut’ta bulunan Sabra ve Şatilla olarak bilinen Filistinli mülteci kamplarında gerçekleştirilen katliam oldu. Katliamlar 16-18 Eylül tarihleri arasında üç gün boyunca İsrail’in müttefiki Lübnanlı Hristiyan faşist milisler tarafından gerçekleştirildi. Faşistlerin kamplara girmesine Beyrut’u kuşatan İsrail güçleri tarafından izin verildi. Faşistler kampa girdikten sonra –İsrail Savunma Bakanı ve daha sonra Başbakan olan Ariel Şaron’un da onayıyla– birkaç bin Filistinli mülteciyi katletti.

Son olarak, Bush yönetimi tarafından Afganistan ve Irak’ı istila etmek, ABD’nin Ortadoğu ve Orta Asya’daki askeri operasyonlarını büyük ölçüde genişletmek, İsrail’in “hedefli suikast” uygulamasını benimsemek ve ABD içinde İç Güvenlik Bakanlığı’nı kurmak, devletin baskıcı gücünü artırmak ve Amerikalıların demokratik haklarını aşındırmak için kullanılan, “noktaları birleştirememekten” kaynaklanan bir “güvenlik ihmali” olarak açıklanan karanlık bir olay olan 11 Eylül 2001’deki Dünya Ticaret Merkezi’nin İkiz Kulelerinin yıkılması var.

İsrail’in büyük bir medya propaganda kampanyasıyla güçlendirilen istilasına verilen kesintisiz desteğe rağmen, soykırım daha önce görülmemiş boyutlarda güçlü bir uluslararası protesto hareketiyle karşılandı. Dünyanın dört bir yanında on binlerce ve hatta yüz binlerce kişinin katıldığı gösteriler düzenlendi.

Protestoları itibarsızlaştırmak amacıyla İsrail, müttefiki olan hükümetler ve elbette Siyonizm yanlısı örgütler bu gösterileri “antisemitik” olarak suçladı. Bu, İsrail’in Filistinlilere uyguladığı baskıya karşı çıkan herkese bu yaftayı yapıştırmak için son birkaç on yıldır sürdürülen çabaların bir devamı ve tırmanışıdır.

Yahudi kökenli insanların ve özellikle de Yahudi gençlerin gösterilerde –özellikle de İsrail dışında en büyük Yahudi nüfusuna sahip olan Amerika Birleşik Devletleri’nde– son derece önemli bir rol oynadıkları göz önüne alındığında, antisemitizm iddiası basitçe saçma görünebilir.

Daha da kötüsü, soykırım karşıtlığının, durmaksızın tekrarlanmasının bir sonucu olarak, antisemitizmin bir tezahürü olarak tanımlandığı gerçeği göz önüne alındığında, kelimenin bu gerici kötüye kullanımının sonucunun Yahudi karşıtı duyguların meşrulaştırılması olacağı endişesi haklı olarak ifade edilebilir.

Siyonizmin kökenleri

Karalama kampanyasının ardındaki günümüz siyasi motivasyonları aşikârdır. Ancak antisemitizm iddiasının önemi, doğrudan pragmatik uygulamasının ötesine uzanmaktadır. İsrail devletinin tüm muhaliflerine antisemitizm atfedilmesi, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında önemli bir siyasi hareket olarak ortaya çıkışından bu yana tüm Siyonist projenin dayandığı felsefi açıdan akıldışıcı ve ulusal şovenist ideolojiden kaynaklanmaktadır.

Batı ve Orta Avrupa’nın büyük bölümünde Aydınlanma düşüncesinin yayılması ve Fransız Devrimi’nin siyasi ve sosyal etkisiyle gettonun sınırlarından yavaş yavaş kurtulan Yahudi aydınları ve orta sınıfı, toplumsal ilerlemeyi ve demokratik hakların kazanılmasını toplumdan ayrışmak yerine asimile olmalarıyla ilişkilendirdi. Dinlerinin özel bir mesele olarak görülmesini ve dolayısıyla tam demokratik haklara sahip vatandaşlar olarak statülerini etkilememesini istiyorlardı. Yahudilerin önemli bir kısmı, demokratik haklar için verdikleri mücadeleyi, proletaryanın modern dünyadaki toplumsal baskının ana nedeni olan kapitalist sisteme karşı verdiği daha geniş ve çok daha önemli dünya-tarihsel mücadelenin bir unsuru ve ona tabi bir mücadele olarak tanımlamaya başladı.

Dahası, sosyalizm uğruna proleter mücadele özünde uluslararasıydı ve bu nedenle işçi sınıfının evrensel dayanışması yerine herhangi bir dini, etnik ya da ulusal kimliğin öncelenmesini aşıyor ve buna karşı çıkıyordu. İşte bu nedenle, 1880’lerin sonu ve 1890’larda ilk ortaya çıktığı haliyle sosyalist hareketin Siyonist harekete karşı tutumu uzlaşmaz bir düşmanlıktı.

Moses Hess (1870) [Photo: Unknown]

Irkın sınıf üzerindeki önceliği iddiası Moses Hess’in 1862’de yayımlanan From Rome to Jerusalem adlı kitabında coşkuyla ilan edildi. Filistin’de bir Yahudi devleti perspektifini geliştiren ilk önemli isim olan Hess –1840’ların başında erken sosyalist harekette önemli bir rol oynamış ancak on yılın sonunda uğranılan yenilgilerle morali bozulmuştu– Marx’ın perspektifine doğrudan karşı çıkarak şöyle diyordu: “Tüm tarih ırk ve sınıf savaşlarından ibarettir. Irk savaşları birincil, sınıf savaşları ise ikincil faktördür.”

From Rome to Jerusalem’de Siyonist ideolojinin bazı temel unsurları zaten mevcuttur. Bunlardan ilki, az önce alıntıladığım ifadede de belirtildiği üzere, ırkın sınıftan üstün tutulmasıdır.

İkincisi, Hess’in ulusal devletin tüm siyasi yaşamın temel dayanağı ve Yahudilerin hayatta kalması ve ilerlemesi için vazgeçilmez bir yapı olduğu konusundaki ısrarıdır. “Yahudi halk kitleleri,” diye yazıyordu Hess, “modern insanlığın büyük tarihsel hareketine ancak bir Yahudi vatanına sahip olduğunda katılacaktır.”

Üçüncü temel unsur, Yahudilerin mevcut Avrupa devletlerinde asla asimile edilemeyeceğine dair derin moral bozukluğu ve karamsar inançtır. Hess, Yahudilerin zulmün üstesinden gelebileceğine ve Avrupa işçi sınıfının sosyalizm mücadelesi yoluyla tam kurtuluşa ulaşabileceğine inanmanın bir yanılsama olduğunu iddia etti: “Neden kendimizi kandıralım? Avrupa ulusları Yahudilerin aralarındaki varlığını her zaman bir anormallik olarak algılamışlardır. Biz her zaman uluslar arasında yabancı olacağız... Almanlar Yahudi dininden, Yahudi ırkından nefret ettiklerinden daha az nefret ediyorlar... Ne dini reform ne de vaftiz, ne Aydınlanma ne de Özgürleşme Yahudilere toplumsal yaşamın kapılarını açacaktır.”

Dördüncü unsur ise Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasının ancak büyük bir Avrupa gücünün çıkarlarına faydalı olacağı düşünüldüğü ölçüde mümkün olabileceği inancıydı. 1860’ların Avrupa’sında yaşayan Hess için bu güç, o zamanlar İmparator Louis Bonaparte’ın gerici diktatörlüğü tarafından yönetilen Fransa’ydı. Fransa’nın, “Yahudilere Süveyş’ten Kudüs’e ve Ürdün kıyılarından Akdeniz’e kadar uzanabilecek koloniler kurmaları için yardım edeceğini” yazdı. Yirminci yüzyılda Siyonist hareket, Türk sultanına, Rus çarına ve bir süre sonra Britanya ve nihayet Amerikan emperyalizmine hizmetlerini sunarak hedeflerine ulaşmaya çalışacaktı.

Yaşadığı dönemde pek bilinmese de Hess’in From Rome to Jerusalem kitabı, on yıllar sonra Siyonist hareketin siyasetini belirleyecek olan pek çok kavramın habercisiydi. Theodore Herzl daha sonra, Hess’in kitabından haberdar olsaydı, kendi kitabı Der Judenstaat’ı (Yahudi Devleti) yazmasına gerek kalmayacağı yorumunu yapmıştır. Ancak hemen belirtmek gerekir ki Herzl entelektüel açıdan Hess’ten her bakımdan aşağıdaydı ve Birinci Enternasyonal’in kurulmasının ardından sosyalist harekete geri dönen Hess’in aksine sosyalizme ve bağımsız sınıf temelli bir işçi hareketine düşmandı.

Siyonizme sosyalist muhalefet

Rus İmparatorluğu’nda 1881’de patlak veren ve Çarlık rejiminin desteğiyle 1882’ye kadar devam eden pogromlar –Yahudi karşıtı şiddet içeren ayaklanmalar– Yahudi nüfusun geniş kesimlerinin siyasi bakış açısı üzerinde derin bir etki yarattı. Bu kanlı olaylar Yahudiler arasında muazzam bir siyasi faaliyet artışı için itici güç oldu. Filistin’e Yahudi göçü programını savunan Siyonizm ilk kez bu dönemde önemli bir taraftar kitlesine sahip olmaya başladı. Ancak çok daha güçlü bir eğilim, Yahudi gençlerin sosyalist siyasete katılması yönündeydi. 1890’ların sonlarında, bu faaliyetin başlıca tezahürleri, sosyalist siyaset temelinde Yahudi işçilerin bağımsız siyasi örgütlenmesini amaçlayan Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi ve Sosyalist Bund içinde ortaya çıktı.

Her iki sosyalist eğilim de Siyonist harekete düşmandı ve onun Yahudi halkının çıkarlarını temsil etme iddiasını kesinlikle reddediyordu. Siyonistler ve sosyalistler arasındaki siyasi mücadelede, Çarlık rejiminin sempatisinin tamamen ilkinden yana olması dikkate değerdir. Siyonistleri, sosyalist hareketin Yahudi gençler arasında giderek artan tehlikeli etkisine karşı mücadelede bir müttefik olarak görüyordu. Siyonist projenin amacına, yani Yahudilerin Rusya’dan Filistin’e göç etmesine sempati duyuyordu.

Tarihçi Jossi Goldstein şöyle yazmıştır:

Yetkililerin Siyonist hareketin faaliyetlerine karşı olumlu tutumunun geniş kapsamlı sonuçları oldu. Sosyalist Bund’daki rakiplerinin aksine, Siyonist aktivistler hareketlerinin yayılmasını engelleyecek gizliliği korumak zorunda kalmadılar. 1898-1900 yıllarına özgü dinamizm, büyük ölçüde yetkililer tarafından verilen meşruiyetin bir işleviydi. Böylece hareketin liderlerinin (Murshim) ve diğer organizatörlerin önünde, başka hareketlere tanınmayan geniş bir faaliyet alanı açıldı. Bu durum Siyonizme Yahudi nüfusu arasında taraftar bulma yarışında rakiplerine karşı önemli bir avantaj sağladı. [1]

Siyonizm karşıtlığının antisemitizm olduğu şeklindeki günümüz iddiası, binlerce Yahudi işçinin ve hatta Yahudi orta sınıf entelijansiyasının önemli bir kısmının siyasi enerjilerini sosyalizm mücadelesine yönelttiği bir dönemde, çirkin bir iftira ve hatta siyasi bir çılgınlık olarak reddedilirdi.

Bund üyeleri, 1905 Odessa pogromu sırasında öldürülen yoldaşlarının cesetleriyle birlikte

Goldstein’ın belirttiği gibi, “Bund propagandasında temel vurgu sınıfsal ayrımlar üzerineydi; Siyonizm küçük ve orta burjuvaziyi temsil ederken Bund Yahudi proletaryasını temsil ediyordu.” [2] Bund’un Siyonizme karşı düşmanlığı o kadar derin ve o kadar temel bir karaktere sahipti ki, Bund’un Mayıs 1901’deki Dördüncü Kongresi’nde, “ilk kez” diye yazıyordu Goldstein, “Siyonizme karşı ölümüne bir savaş başlatılmasına karar verildi.” [3] Bundist yayınlar “Siyonizmin, işçileri sömürmek ve emekçi halkı kandırmak için kullanılan bir maske olduğu” uyarısında bulunuyordu. Bund, üyelerine “Siyonizmin çürümüş cesedinden çıkan ve proletaryayı sınıf mücadelesi yolundan saptırmak için ona doğru sürünen yüzlerce iğrenç küçük yaratıktan” [4] uzak durmaları çağrısında bulundu.

Sosyalistlerin Siyonizme olan düşmanlığı, Goldstein’ın yazdığı gibi, “Siyonist harekete saldıran ve fikirlerinden nefret eden Rus aydınlarının geniş kesimleri tarafından büyük ölçüde paylaşılıyordu. Çoğu onun gözden kaybolmasını arzuluyordu. Rus entelijansiyasının hep birlikte Siyonizm karşıtı cephe almasının nedenleri ve saikleri ... yirminci yüzyılın başlarında entelijansiyanın genel teorileştirmesini belirleyen akılcılıktan kaynaklanıyordu. Pek çokları için Siyonizm hâlâ ütopikti, Siyon’a duyulan özlemle ve rasyonel, entelektüel dünyanın dışındaki Yahudi eskatolojik düşüncesiyle bağlantılıydı. Batı Avrupa’da Herzl ve benzerleri, Batı Aydınlanmasının çocukları olmaktan ziyade Yahudi Ortodoksluğunun müttefikleri olarak görülüyordu.” [5]

Sosyalist hareketin tüm hiziplerinin Siyonizm karşıtlığı, Siyonistlerin işçi sınıfına ciddi girişler yapmasını engelledi. Goldstein tarihsel makalesinin sonunda, “Siyonist hareket en başından beri esas olarak Yahudi orta sınıf üyelerini kendine çekmiştir,” [6] diye yazmaktadır.

Siyonistler, Holokost felaketi, Nazi soykırımından kurtulan, çaresizce zulüm gören ve vatansız kalan yüz binlerce insanı ellerine teslim edene kadar, gerici sömürgeleştirme projelerinin başarısı için gerekli olan kitlesel tabana asla sahip olamadılar.

Siyonistlerin Nazilerle işbirliği

Tarihin hiçbir dönemi –1948’de İsrail’in kurulmasından önce– Siyonizmin gerici karakterini ve Yahudi halkının çıkarlarını temsil ettiği yönündeki sahte iddiasını 1930’lardaki tutumu kadar etraflıca teşhir etmemiştir. Nazilerin ve Siyonistlerin siyasi ve ticari ilişkilerinin boyutları tarihçiler tarafından kapsamlı bir şekilde belgelenmiştir. Bu konudaki en önemli eserlerin çoğu, aralarında en ünlüleri olan Saul Friedlander ve Tom Segev’in de bulunduğu Yahudi tarihçiler tarafından yazılmıştır.

Hitler’in iktidara gelmesinin ardından Siyonist örgütler Nazilerle işbirliği yapma eğilimine girmiş, hatta hem Nazizmin hem de Siyonizmin “völkisch” ilkeleri uyumlu olan ulusal hareketler olduğunu savunmuşlardır.

Kitlesel protestolara veya ekonomik boykota karşı çıkan Almanya ve Filistin’den Siyonist temsilciler, Üçüncü Reich temsilcileriyle bir araya gelerek 27 Ağustos 1933’te Haavara olarak bilinen ve Friedlander’in ifadesiyle “Yahudi göçmenlerin mal varlıklarının bir kısmını dolaylı olarak transfer etmelerine izin veren ve Nazi Almanya’sından Filistin’e mal ihracatını kolaylaştıran” [7] bir mali anlaşma imzaladı.

Friedlander şöyle devam ediyordu:

Yeni rejimin Haavara’dan elde etmeyi umduğu başlıca faydalardan biri, Almanya’ya yönelik yabancı Yahudi ekonomik boykotunun kırılmasıydı. ... Siyonist örgütler ve Yişuv (Filistin’deki Yahudi cemaati) liderleri, yeni düzenlemelerin önünde engel oluşturmamak için her türlü kitlesel protesto ya da boykottan uzak durdu. Haavara Anlaşması imzalanmadan önce bile bu tür “işbirliği” bazen tuhaf biçimler alıyordu. Nitekim 1933 başlarında, birkaç yıl sonra SD’nin (Sicherheitsdienst ya da güvenlik servisi, Reinhard Heydrich’in başında bulunduğu SS istihbarat şubesi) Yahudi bölümünün şefi olacak olan Baron Leopold Itz Edler von Mildenstein, karısıyla birlikte Filistin’i gezmeye ve Goebbels’in Der Angriff’i için bir dizi makale yazmaya davet edildi. Ve böylece Mildenstein’lar, Berlin Siyonist örgütünün önde gelen üyelerinden Kurt Tuchler ve eşinin eşliğinde “Eretz İsrail”deki Yahudi yerleşimlerini ziyaret ettiler. “Bir Nazi Filistin’i Ziyaret Ediyor” başlıklı son derece olumlu makaleler usulüne uygun olarak yayımlandı ve bu olayı kutlamak için bir yüzünde gamalı haç, diğer yüzünde Davut Yıldızı bulunan özel bir madalyon döküldü.

22 Haziran 1933’te Almanya Siyonist Örgütü liderleri Hitler’e bir memorandum göndererek şu açıklamayı yaptılar:

Siyonizm, şu anda Almanya’da Hristiyan ve ulusal karakterinin vurgulanması yoluyla bir halkın ulusal yaşamının yeniden doğuşunun Yahudi halkı arasında da gerçekleşmesi gerektiğine inanmaktadır. Yahudi halkı için de ulusal köken, din, ortak kader ve biriciklik duygusu varoluşunda belirleyici öneme sahip olmalıdır. Bu, liberal çağın bencil bireyciliğinin ortadan kaldırılmasını ve bunun yerine bir topluluk ve kolektif sorumluluk duygusunun yerleştirilmesini gerektirmektedir.

Daha sonra Siyonistlerin savunucuları bu tür açıklamaları ve Haavara’yı, sanki faşizmin zaferi işbirliğini haklı çıkarıyormuş gibi, çaresiz koşullar altında alınan hayatta kalma önlemleri olarak açıklamaya çalışacaklardır. Aslında Siyonistlerin Naziler tarafından Yahudilere yapılan acımasız zulme ve hatta onların öldürülmesine verdikleri tepki, bunun Filistin’e Yahudi göçü olasılıkları üzerindeki etkisinin hesaplanmasıyla belirlenmiştir. Siyonist hareketin lideri David Ben-Gurion’un meşhur açıklamasında olduğu gibi:

Almanya’daki [Yahudi] çocukların tamamını İngiltere’ye naklederek, ancak yarısını Filistin’e naklederek kurtarmanın mümkün olduğunu bilseydim, ikincisini seçerdim – çünkü sadece o çocukların değil, Yahudi halkının da tarihsel hesaplaşmasıyla karşı karşıyayız. [8]

David Ben-Gurion (1959) [Photo: Fritz Cohen]

Ben-Gurion ayrıca Kristallnacht pogromunun ardından, bu olayın Yahudilerin içinde bulunduğu kötü duruma uluslararası sempati duyulmasına yol açarak çeşitli ülkelerin göç konusundaki kısıtlamalarını gevşetmesine ve böylece Yahudilere Filistin’e alternatifler sunulmasına neden olabileceği korkusunu dile getirmişti.

Aydınlanmaya karşı Siyonizm: Milliyetçi akıldışıcılığın metafiziği

Bununla birlikte, Siyonist örgütlerin Nazizme duydukları sempati yalnızca korkaklığın ve grotesk taktik oportünizmin bir tezahürü olarak açıklanamaz. Emperyalist sömürgeciliğin bir çocuğu, sosyalizmin ve bilimsel bir tarih ve toplum anlayışının düşmanı olarak ortaya çıkan Siyonizm, kendisini zorunlu olarak milliyetçi siyaset ve ideolojinin en gerici unsurlarına dayandırmıştır.

Toplumsal ilerlemenin itici gücünün uluslararası işçi sınıfının kapitalizme ve burjuva ulusal devlete karşı devrimci mücadelesi haline geldiği bir çağda, Siyonizm programını Yahudi varoluşunun temel dayanağı olarak ulusal ilkenin yüceltilmesi üzerine kurdu. Aydınlanma ve sonraki sosyalist hareketlerden kaynaklanan, ulusal münhasırlık ilkesinin altını oyan tüm tarih anlayışları –özellikle de bilim ve akıl temelinde ulusal kimliği üretici güçlerin gelişimindeki belirli bir aşamaya ve bunların dünya pazarıyla ilişkisine bağlı, tarihsel olarak sınırlı ve geçici bir olgu olarak görenler– bu nedenle sadece siyasi bir program olarak değil, aynı zamanda Yahudi kimliğinin tek ifadesi olarak da Siyonizmle bağdaşmadığı gerekçesiyle kınandı. Dolayısıyla Siyonizmin meşruiyetini inkâr etmek, Yahudilerin var olma hakkını inkâr etmek anlamına geliyordu.

Buradan da Siyonizme karşı çıkmanın, karşı çıkan Yahudi bile olsa, antisemitik olduğu gibi sinsi bir iddia ortaya çıkmaktadır. Cambridge University Press tarafından 2015 yılında yayınlanan Anti-Semitism and its Metaphysical Origins başlıklı kitapta, Dallas’taki Teksas Üniversitesi Ackerman Holokost Araştırmaları Merkezi’nde Tarih Profesörü olan David Patterson, bu iftirayı dini mit ve akıldışıcılık savunusu temelinde meşrulaştırmaktadır. Patterson, günümüz antisemitizminin kaynağının Aydınlanmaya ve özellikle de Immanuel Kant’ın felsefesine kadar uzanması gerektiğini ileri sürerek şöyle yazmaktadır:

Aydınlanma doktrinleri, doğası gereği antisemitik olan bir düşünce tarzından doğmuştur: Aydınlanma felsefesi kendine karşı dürüst olacaksa antisemitik olmak zorundadır. Eğer insan özgürlüğü insan özerkliğinde yatıyorsa ve eğer insan özerkliği Kant’ın savunduğu gibi kendi kendini yasallaştırmakta yatıyorsa, o zaman hiçbir şeyin kendi kendini yasallaştıran insan özerkliğini Sina Dağı’nın Emredici Sesi’nden, Kant’ın benimsediği ve şu anda dünyanın benimsediği modern görüşü baltalayan Ses’ten daha fazla tehdit edemeyeceği anlaşılır.

Patterson şöyle devam ediyor:

Gerçekten de, Aydınlanmanın ayrı bir halk olamayacağı, yalnızca akla dayanan evrensel bir insanlık olabileceği önermesini benimseyen biri, zorunlu olarak antisemit bir pozisyon almak zorundadır. ... Tanrı’nın babalığını kaybedersek, insanlığın kardeşliğini de kaybederiz: Tanrı bir kez gereksiz olduğunda, insan da gereksiz olur. Yahudi devleti de sadece gereksiz değil aynı zamanda tehlikelidir. Siyonizm karşıtı sol entelektüel için Tanrı’yı devre dışı bırakmanın modern tarihi, Siyonist devleti haritadan silmekle sonuçlanır.

Bu sözler, Amerikan eczanelerinde yaygın olarak satılan türden Hristiyan Evanjelik köktendinci bir kitapta yer almıyor. Bu kitap, dünyanın en prestijli yayınevlerinden biri olan Cambridge University Press’in imzasını taşıyor.

Emperyalist barbarlığın merkez üssü olarak Gazze’ye yönelik saldırı

Bu sadece Siyonizmin tamamen gerici karakterine değil, aynı zamanda ulusal devlet sistemine kök salmış kapitalist sistemin çok ileri düzeydeki siyasi, sosyal, entelektüel ve ahlaki çürümüşlüğüne de tanıklık etmektedir. Tüm emperyalist güçlerin İsrail devletiyle uzlaşmaz dayanışmasının daha geniş anlamı burada yatmaktadır. Elbette ABD ve NATO müttefiklerinin İsrail’in Filistin halkına karşı yürüttüğü savaşa verdiği desteği belirleyen pragmatik jeopolitik çıkarlar vardır.

Ancak Filistinlilere karşı oluşturulan bu birleşik cephenin temelinde, onların mevcut İsrail devletinin feshedilmesini ve iki uluslu yeni bir federasyon kurulmasını gerektiren demokratik özlemlerinin yalnızca emperyalizmin Ortadoğu’daki çıkarlarını değil, emperyalist jeopolitiğin ve kapitalist egemenliğin tarihsel olarak zamanını doldurmuş tüm devlet yapısını tehdit ettiğinin kabul edilmesi yatmaktadır.

Ne Filistin halkının ezilmesi ne de tarihi ve hâlâ çok gerçek olan antisemitizm meselesi kapitalist sistem ve onun ulus devleti çerçevesinde çözülebilir. Emperyalizm, İsrail devletini yaratırken “Yahudi sorunu”nu çözmedi. Emperyalizmin en büyük suçlarından biri olan Holokost’un muazzam trajedisini kendi amaçları doğrultusunda kullandı ve ondan faydalandı.

Gazze’deki savaşa odaklanılması, Gazze halkına karşı işlenen suçun büyüklüğü nedeniyle kesinlikle haklıdır. Ancak soykırımı sona erdirme mücadelesi, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin merkezi perspektifini ve varoluş nedenini haklı çıkarmakta ve buna büyük bir aciliyet kazandırmaktadır: dünya sosyalist devrimi için mücadele. Kapitalist sistemin ölümcül krizine verilecek başka bir yanıt yoktur. Dördüncü Enternasyonal’deki 1953 bölünmesinin önemini özetleyen Cannon şöyle yazmıştı: “Bu, uluslararası devrimin geliştirilmesi ve toplumun sosyalist dönüşümü sorunudur.”

Uluslararası Komite; Gazze’deki soykırım, Ukrayna’daki savaş, küresel nükleer savaşa doğru tırmanma tehlikesi, demokratik haklara yönelik saldırılar, toplumsal eşitsizliğin sarsıcı boyutlara ulaşması, pandeminin kontrolsüz yayılması ve ekolojik felaket tehdidi karşısında, dünya çapında genişleyen işçi ve gençlik kitle hareketine dönerek kesin bir dille şöyle demektedir: “Karşı karşıya olduğunuz görev, uluslararası devrimin geliştirilmesi ve toplumun sosyalist dönüşümünün sağlanmasıdır.”

İşte bu yüzden Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin tüm dünyadaki şubelerine katılmalı ve onları inşa etmelisiniz.

Dipnotlar

[1] “The Attitude of the Jewish and the Russian Intelligentsia to Zionism in the Initial Period (1897-1904), The Slavonic and East European Review içinde, Cilt 64, No. 4 (Ekim 1986), s. 547-48.

[2] Age., s. 550.

[3] Age., s. 551.

[4] Age., s. 550.

[5] Age., s. 555.

[6] Age., s. 555.

[7] Friedlander, Nazi Germany and the Jews, s. 86

[8] Segev, Tom. The Seventh Million (s. 26). Farrar, Straus and Giroux. Kindle Edition.

Loading