Almanya’daki sahte sol Marx21, SAV ve RIO, faşizme karşı mücadeleyi nasıl sabote ediyor?

Sol Parti (Die Linke) içindeki ve çevresindeki sahte sol eğilimler, neo-faşist Almanya İçin Alternatif’e (AfD) karşı kitlesel gösterilere ve hem Almanya’da hem de uluslararası alanda artan grev ve protestolara daha da sağa kayarak yanıt veriyor. Onlar, faşizme karşı muhalefetin ve toplumsal eşitsizliğe, sığınmacı karşıtı kışkırtıcılığa ve savaş politikalarına duyulan öfkenin hükümetin ve sendika bürokrasisinin kontrolünden çıkıp bağımsız biçimler almasından korkuyorlar.

Frankfurt’taki protestocular: Pankartta “Bir daha asla 1933!” yazıyor. [AP Photo/Michael Probst]

Sosyalist Eşitlik Partisi (Sozialistische Gleichheitspartei, SGP) protestoları ve grevleri işçi sınıfının hükümete ve kapitalizme karşı bilinçli bir hareketine dönüştürmek için mücadele ederken, başlıca sahte sol gruplar -Marx21, SAV ve RIO- sağcı siyasetten ve faşistlerin yükselişinden sorumlu olan örgütleri savunmaktadır. Hükümet partilerine, sendikalara ve burjuva devlete yönelmelerinin sebebi, AfD’ye karşı olmaları değil, işçi sınıfının kapitalizme, faşizme ve savaşa karşı bağımsız sosyalist bir hareketini bastırmayı amaçlamalarıdır.

Marx21 ve burjuva devleti harekete geçmeye çağırma

Bu durum özellikle Marx21’in yaptığı, AfD’nin yasaklanması çağrısında açıkça görülmektedir. Devlet kapitalizmi teorisini savunan bu eğilim, Britanya’daki Sosyalist İşçi Partisi’nin (SWP) bir uydusu olarak ortaya çıkmıştır. Sol Parti’nin eş başkanı olmak üzere bu gruptan sorunsuz bir şekilde ayrılan Janine Wissler bir yorumunda, AfD’ye yönelik bir “devlet yasağının” “on yıllardır en güçlü sağcı yapıya karşı sert bir darbe” olacağını beyan etmektedir. “AfD’nin yasaklanması sadece para musluğunu kapatmakla kalmayacak, aynı zamanda kapsamlı bir faaliyet yasağını da beraberinde getirecektir. AfD ve doğrudan ardılı olan örgütlerin faaliyet göstermesine artık izin verilmeyecektir.”

Marx21, sağcı güçlerle dolu baskıcı bir devlet aygıtının hiç de eleştirel olmayan bir destekçisi olarak görünmekten kaçınmak için, yasak talebinin “birçok tuzak” da içerdiğini belirtmektedir. Örneğin, devlet aygıtı “sağ gözünün kör olduğunu geçmişte defalarca göstermişti.” Ama yine de talebini yinelemektedir: “Eğer anti-faşist bir hareket bir yasak kampanyasının arkasında toplanırsa, biz sekter ve buna karşı çıkan pozisyonda olmamalıyız.”

Burjuva devletin sağa karşı mücadelede bir rol oynayabileceği anlayışına karşı çıkmanın sekterlikle hiçbir ilgisi yoktur. Aksine bu, gerçek bir anti-faşist hareket inşa etmenin temel önkoşuludur. Devlet aygıtının yalnızca “sağ gözü kör” değildir. O aynı zamanda sağcı komplonun merkezidir. Almanya’nın polis, ordu ve gizli servisleri aşırı sağcı güçlerle doludur ve bunlar AfD’nin yükselişinde merkezi bir rol oynamaktadır.

Bu durum, Almanya’nın iç istihbarat servisi olarak adlandırılan Anayasayı Koruma Teşkilatı’na bakıldığında çok daha açık bir şekilde görülmektedir. Yıllarca bu kurumun başında bir faşist olan Hans-Georg Maassen bulunmuş ve kurumun “anayasa karşıtı” gruplarla ilgili raporlarını görüşmek üzere AfD temsilcileriyle birçok kez bir araya gelmiştir. Maassen, sağcı ağları güçlendirmek ve devlet aygıtını Marksizmin yasa dışı ilan edilmesi ve tüm sol muhalefetin bastırılması yönünde daha da açık bir şekilde yönlendirmek amacıyla düzen partileri tarafından iç istihbarat servisinin başına atanmıştı.

Marx21’in burjuva devlete faşistlere karşı harekete geçme çağrısını Lev Troçki adına meşrulaştırması tarihsel tahrifatın doruk noktasıdır. Grup şöyle yazıyor: “Yalnızca faşizmi ortadan kaldıracak bir toplumsal devrime odaklanmak bizim stratejimiz olamaz. Troçki’nin eldeki faşizm tabancasına karşı birincil mücadele ve kapitalizmin yavaş etki eden zehrine karşı daha az önemli olmayan mücadele imgesinin ruhuna uygun olarak, hedefimiz öncelikle silahı rakibin elinden almak olmalıdır.”

Lenin’le birlikte Ekim Devrimi’nin en önemli lideri ve Sol Muhalefet ile Dördüncü Enternasyonal’in kurucusu olan Troçki’nin faşizmi bastırmak için burjuva devlete güvendiği iddiası, gerçeği ters yüz etmektedir. Troçki, Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) burjuva devletin ve organlarının faşizmle mücadelede kullanılabileceği yönündeki tutumuna karşı şiddetle mücadele etti. “Sırada Ne Var?” yazısında Troçki, SPD’nin politikasını, Hitler’e karşı mücadelede devlete, polise ve Reichswehr’e (Silahlı Kuvvetler) kölece bir yönelim (devlete “Yardım edin! Müdahale edin!” çağrısı) olarak nitelendirdi ve şu sonuca vardı: “Bu şekilde, kendi günlerini doldurmuş olan reformistler, bürokratik çizgide faşistler için çalışıyorlar.”

Tarih Troçki’nin uyarısını doğruladı. Hitler, Ocak 1933’te siyaset, büyük şirketler ve ordu arasındaki bir komplo ile iktidara getirildi. 23 Mart 1933’te tüm burjuva partileri “Yetki Kanunu” lehinde oy kullanarak Hitler ve Nazilere diktatörlük yetkileri verdi.

Marx21’in öne sürdüğünün aksine Troçki, “tabanca-zehir” karşılaştırmasını, o zamanlar Hitler’in iktidara gelmesine yardımcı olan gerici güçleri desteklemeyi meşrulaştırmak için yapmamıştır. Bu karşılaştırma, Aralık 1931’de Alman bir komünist işçiye yazdığı ve “Wie wird der Nationalsozialismus geschlagen?” (“Nasyonal Sosyalizm nasıl yenilgiye uğratılacak?”, İngilizcesi “Almanya’da yaklaşan faşizm tehlikesi” olarak yayımlandı) başlığı altında yayımlanan bir mektuptan alınmıştır. Troçki bu makalede, Stalinist sosyal faşizm politikasına karşı birleşik cephe taktiğini savunmaktadır.

Stalin’in etkisi altındaki Komünist Parti (KPD), bugünün aksine hâlâ işçi sınıfının önemli bir kesimi tarafından desteklenen SPD ile Nazilere karşı birleşik bir cephe oluşturmayı kesinlikle reddetti. Bunun yerine, sosyal demokrasiyi faşizmle eşitleyen, işçi sınıfını bölen ve kafasını karıştıran ve küçük burjuvazinin geniş kesimlerini Hitler’in faşist demagojisine açık bırakan aşırı sol bir çizgiyi savundu. KPD, faşist tehlikeye karşı SPD ile herhangi bir işbirliğini reddetmekle kalmadı, hatta bazı durumlarda Nazilerle ortak hareket etti; örneğin 1931’de Prusya’da SPD liderliğindeki eyalet hükümetini devirmek için NSDAP (Nazi partisi) tarafından girişilen referandumu destekledi.

Troçki bu felaket politikasına karşı mücadele etti. KPD Merkez Komitesi’nin “sosyal demokrasiyi yenmeden önce faşizmi yenmenin imkansız olduğu fikriyle yola çıktığını” açıkladı. Troçki’ye göre bu, “tarihsel ölçekte” kesinlikle doğru olsa da, bu durum “bu doğrunun yardımıyla, yani onu basitçe tekrar ederek, günün sorunlarının çözülebileceği” anlamına gelmiyordu.

“Bir bütün olarak devrimci strateji açısından doğru olan bir fikir,” diye devam eder Troçki, “taktiklerin diline çevrilmezse, bir yalana ve hatta gerici bir yalana dönüşür.”

KPD’nin sonraki aylarda “hem sosyal demokrasiyi hem de faşizmi yenmesi” mümkün olmadığından, birleşik cephenin reddedilmesi, KPD liderliğinin “faşizmin zaferini kaçınılmaz” olarak görmesi anlamına geliyordu. Troçki bu bağlamda “tabanca-zehir” karşılaştırmasına atıfta bulunur. Tabancayı Nazilerin elinden almak için SPD ile birleşik cephe savunulmalıydı.

Troçki, KPD ve SPD’nin programlarının karıştırılmasını savunmadı. KPD’nin, SPD’nin yaptığı gibi, Heinrich Brüning’in yarı diktatörlük rejimini “kötünün iyisi” olarak desteklemesini talep ettiği iftirasını reddetti. Hitler’in mi yoksa Brüning’in mi “kötünün iyisi” olduğu sorusu “hiçbir anlam ifade etmiyor, çünkü mücadele ettiğimiz sistemin tüm bu unsurlara ihtiyacı var. Ancak bu unsurlar anlık olarak birbirleriyle çatışma halindedir ve proletarya partisi bu çatışmalardan devrimin çıkarları doğrultusunda faydalanmalıdır.”

Birleşik cephe taktiği bu amaca hizmet ediyordu. “Düşmanlarımdan biri önüme günlük küçük zehir porsiyonları koyduğunda ve ikincisi de bana ateş etmek üzereyse, önce ikinci düşmanımın elinden tabancayı alırım, çünkü bu bana ilk düşmanımdan kurtulma fırsatı verir. Ancak bu hiçbir şekilde zehrin tabancaya kıyasla ‘kötünün iyisi’ olduğu anlamına gelmez.”

Troçki tarafından savunulan birleşik cephe, işçileri faşist tehlike karşısında sosyal demokrasinin felç edici etkisinden kurtarmaya ve onları kapitalizme karşı devrimci bir sosyalist programa kazanmaya hizmet ediyordu. Marx21 grubunun ise ne önemli ölçüde bahsettiği ne de tam olarak alıntıladığı mektupta şöyle denmektedir: “Ve faşizme karşı tüm proletaryayı kapsayan bu ortak doğrudan mücadele cephesi, sosyal demokrasiye karşı daha az etkili olmayan kanat taarruzlarında kullanılmalıdır.”

Troçki, nihayetinde faşizmi yalnızca bir “toplumsal devrimin” durdurabileceği konusunda ısrarlıydı. Hiç kimse, faşizmin kapitalist krizin bir ürünü olduğunu ve ancak işçi sınıfının bağımsız seferberliğiyle durdurulabileceğini onun kadar anlamamıştı. Kapitalist faşizm ve savaş politikasına dünya sosyalist devrimi stratejisiyle karşı çıktı. Bu, bugün de geçerli tek perspektif olmaya devam etmektedir.

1930’lardan farklı olarak bugün kitlesel bir faşist hareket ve kitlesel işçi partileri yok ancak devletin ve burjuva partilerinin rolü aynı. Tıpkı o dönemde olduğu gibi, bugün SPD’nin de dahil olduğu burjuva kurumları ve partileri, kapitalist krize faşizme yönelerek tepki vermektedir. Onlar AfD’yi sistematik olarak güçlendirdiler ve onu federal ve eyalet düzeyindeki parlamento çalışmalarına entegre ettiler. AfD’nin programı -kitlesel sınır dışı etmeler, geniş çaplı askeri silahlanma ve Gazze’deki soykırıma destek- uzun süredir uygulamaya konulmuştur.

İktidar partileri ve sendikalar şimdi “Demokrasi İçin Birlikte” sloganı altında AfD’ye karşı kitlesel protestolara müdahale ederken, amaçları kendi sağcı gündemlerini örtbas etmek ve protestoları devlet aygıtına tabi kılmaktır.

SAV, sendikaları ve Sol Parti-SPD-Yeşiller ittifakını yüceltiyor

Bu yönelim tüm sahte sol tarafından desteklenmektedir. SAV (Sosyalist Alternatif), Britanya’daki Militan Eğilim/Sosyalist Parti’nin Almanya şubesi olarak ortaya çıkmıştır. Marx21 gibi Sol Parti’nin ayrılmaz bir parçasıdır ve protestolarla ilgili makalelerinde burjuva devlete ilişkin yanılsamaları körüklemektedir. Bir makalede, “Tüm faşist örgütlerin tutarlı bir şekilde yasaklanması ve dağıtılması, mallarına el konulması ve şu anda serbest olan Nazi şiddet faillerinin ve ırkçı kışkırtıcıların hapsedilmesi, devletin ırkçılığa karşı net bir duruş sergilemesi ve anti-faşist ağ ve eğitim çalışmalarının desteklenmesi, sağa karşı mücadelede yardımcı olacaktır,” deniyor.

SAV, aşırı sağcılarla dolu olan ve anti-faşistlere ve solculara karşı gerçek bir savaş yürüten devlet aygıtına bu tür özellikler atfetmenin ne kadar saçma olduğunu çok iyi bilmektedir. Makalede, “Ancak bu, burjuva partilerinin ya da ekonomik gücü elinde bulunduranların stratejisi değildir,” deniyor. “AfD’nin devlet tarafından yasaklanması talebi” bu nedenle “gerçekleşmiyor.”

Bu, onun gerici yönelimini değiştirmiyor. Marx21 açıkça devleti faşistlere karşı harekete geçmeye çağırırken, SAV bunu dolaylı olarak, sözde “sol” iktidar partilerindeki yanılsamaları körükleyerek ve Sol Parti ile sendikalara seslenerek yapıyor. SAV, “AfD’yi ve sağa kayışı nasıl durdurabiliriz?” başlıklı açıklamasında SPD ve Yeşiller’in AfD’ye karşı “demokratik bir antitezi” temsil ettiğini öne sürüyor.

Aynı zamanda, Sol Parti’yi protestoları durdurmak için onlara daha aktif bir şekilde müdahale etmeye çağırıyor: “Sol Parti, protestoları pasif bir şekilde destekleyip kendisini SPD ve Yeşiller’in yanında başka bir ‘demokratik parti’ olarak mı konumlandıracağına yoksa onlarla arasına mesafe koyup kendi talepleriyle müdahale ederek kemer sıkma politikalarına ve devlet ırkçılığına karşı net bir duruş mu sergileyeceğine karar vermelidir.”

Çatı örgütü Sol Parti’nin fiilen SPD ve Yeşiller’den farklı olmadığını kabul etmesi, SAV’ın özünde sağcı, burjuva bir eğilim olduğunu ortaya koymaktadır. Federal koalisyon hükümetinin önde gelen partileri olan SPD ve Yeşiller, Rusya’ya ve Ortadoğu’ya karşı savaş yanlısı çizgiyi sürekli olarak artırıyor, silahlanmaya hız veriyor ve bunun bedelini işçi sınıfına ödetiyorlar. Daha geçen hafta federal koalisyon, sağlık, eğitim ve sosyal refah alanlarındaki şiddetli saldırılar eşliğinde İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana en büyük savaş bütçesini kabul etti.

Koalisyon hükümeti aynı zamanda mülteci politikası konusunda da faşistlerin programını uyguluyor. Hükümet 18 Ocak’ta mültecilerin haklarını daha da kısıtlayan ve AfD’nin talep ettiği kitlesel sınır dışı edilmelere zemin hazırlayan “Geri Dönüşü İyileştirme Yasası”nı kabul etti. Kalma hakkı olmayan ve yıllardır Almanya’da yaşayan ve çalışan mülteciler artık hiçbir uyarı yapılmadan gözaltına alınabilecek, neredeyse bir ay boyunca gözaltında tutulabilecek ve zorla sınır dışı edilebilecek. Polis sadece sığınmacıların evlerini ve cep telefonlarını değil, aynı zamanda komşularının evlerini de arama izni olmadan arayabilecek.

Sol Parti, SAV’ın bizi inandırmak istediği gibi “kesintilere ve devlet ırkçılığına” karşı çıkmıyor, aksine bunları şiddetle destekliyor. Bu parti, SPD ve Yeşiller ile birlikte eyalet düzeyinde yönetime katıldığı her yerde, mülteci ve işçi sınıfı karşıtı programını uygulamada özellikle agresiftir. Özellikle Sol Parti’nin tek eyalet başbakanı olan Bodo Ramelow’un yönettiği Thüringen, acımasız sınır dışı uygulamalarıyla ün salmış, yüksek sınır dışı oranlarına sahip ve düzen partileri tarafından AfD’nin güçlenmesine yardımcı olmaktadır (Sol Parti de bu süreçte aktif olarak yer almaktadır).

Sahte solun aynı sağcı yönelimi, sendikaları yüceltmelerinde de görülebilir. SAV, sendikaların “AfD’nin üreme alanını ortadan kaldıran” ve “sağcı güçlerin yararlandığı koşulların üstesinden gelebilecek” bir hareketin inşasında “merkezi bir rol” oynadığını iddia ediyor. SAV’a göre sendikalar “göçmen kökenli olan ve olmayan işçileri bir araya getirmekte ve üyelerine işçiler ile kapitalistler arasındaki çıkar çatışmasını anlatmaktadır.”

Bu, gerçeklikle alakası olmayan temelsiz bir iddiadır. Aslında sendikalar uzun zamandır sınıf mücadelesinde yalnızca kapitalistlerin yanında yer almaktadır. İş uyuşmazlıklarını ve grevleri satarak ve sınıf mücadelesini sistematik olarak bastırarak, faşistler için “üreme zemini” yaratan ve kapitalist ilişkileri aşırı sağcı bir temelde savunan onlardır. Hükümetin gerici politikalarını açıkça desteklemektedirler.

Daha birkaç gün önce Alman Sendikalar Konfederasyonu (DGB) yönetimi ve önde gelen işyeri sendika temsilcileri, Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in daveti üzerine hükümet ve şirketlerle yaptıkları anlaşmayı yeniledi. Amaç, savaş ve kemer sıkma gibi sağcı politikalarını devam ettirmek ve işçi sınıfı içinde bunlara karşı büyüyen muhalefeti bastırmaktır.

RIO’nun sağcı burjuva güçlerle “birleşik cephesi”

Devrimci Enternasyonalist Örgüt (RIO), Morenocu “Troçkist Fraksiyon-Dördüncü Enternasyonal”in (FT-CI) Almanya koludur. Resmi olarak Sol Parti’nin bir parçası olmasa da, iktidar partilerine ve sendikalara doğru bu sağcı yönelime “bağımsız” ve hatta “anti-kapitalist, devrimci” bir görünüm kazandırma görevini üstlenmektedir. Klasse Gegen Klasse (Sınıfa Karşı Sınıf) adlı web sitesinde kitlesel protestolara ilişkin bir başyazıda, “yukarıdan değil aşağıdan bir anti-faşizme” duyulan ihtiyaç vurgulanmakta ve şöyle denmektedir: “İktidardaki koalisyon partileri, sendikalar ve şirketler sağa karşı mücadelede müttefik değildir.”

Ancak daha sonra tam da bu sağcı güçlerle bir ittifakın propagandası yapılıyor! RIO, “Aklımızdaki şey ... sadece ‘solun birleşik cephesi’ değil,” diye yazıyor. “Tüm sol güçlerin sağa karşı eylemleri koordine etmesi yeterli değildir. Bu, AfD’ye karşı sokağa çıkmaya hazır olan ancak henüz hükümetten ve onun genişletilmiş devletteki örgütlerinden kopmamış olan milyonlarca insana ulaşmayacaktır.”

Başka bir deyişle, RIO’nun “birleşik cephesi”, AfD karşıtı gösterilere destek veriyormuş gibi yapan sağcı kapitalist partileri bile içeriyor. Sendikalar ve RIO’nun özellikle övdüğü Fridays for Future (FFF) gibi örgütler de buna dahildir. RIO bunu, her açıdan sağcı ve militarizm yanlısı bir gündemi desteklediğinin bilincinde olarak yapıyor.

Klasse gegen Klasse, koalisyon hükümetindeki partilerin “AfD’ye yakın bir program uygulayacak kadar sağa kaydığını” yazıyor. Sol Parti de hükümete katılmaya yönelik bir politika izliyordu ve “SPD ve Yeşiller ile birlikte, başka hiçbir federal eyalette Berlin’de olduğu kadar çok sayıda sınır dışı işleminin gerçekleştirilmemiş olmasından sorumluydu.” FFF’nin “hükümete dönük uyumlu bir tutumu” vardı ve bu tutum Yeşiller’e verdiği destekte ve “FFF Almanya’nın İsrail yanlısı tutumunda” ifadesini buluyordu.

Aynı durum, “liderleri hükümet, Sol Parti ve Hristiyan Demokratlar (CDU/CSU) ile birlikte İsrail yanlısı mitingler düzenleme çağrısında bulunan” sendikalar için de geçerlidir. Bununla birlikte, RIO’ya göre sendikalar ve iklim hareketi gibi “büyük kitle örgütlerinin” liderleri “taleplerini ve yöntemlerini radikalleştirmeye ve burjuva partileriyle ilişkilerini kesmeye zorlanmalıdır.”

Bu durum siyasi şizofreniye benziyor. Luisa Neubauer (Yeşiller/FFF) ya da DGB Başkanı Yasmin Fahimi (SPD) gibi FFF ve sendika liderlerinin kendileri de burjuva politikacılardır ve kendileriyle ve mensubu oldukları partilerle bağlarını asla koparmayacaklardır. Onlar, AfD ile temelde aynı olan kapitalizm yanlısı ve militarist programlarını daha da saldırgan bir şekilde sürdürerek protestolara tepki veriyorlar.

“Birleşik cephe” terimi RIO tarafından bu gerçeği gizlemek için kullanılmaktadır. Yukarıda açıklandığı gibi, 1930’ların başında Almanya’da Troçki tarafından önerilen birleşik cephe taktiği, hem KPD’nin kaderciliğinin üstesinden gelmek hem de işçileri sosyal demokrasinin felç edici etkisinden kurtarmak ve devrimci sosyalist bir programa kazanmak için işçi sınıfını faşist tehdit karşısında birleştirmeyi amaçlıyordu.

RIO’nun “cephesi” ise tam tersi bir amaca yöneliktir ve işçileri sağcı burjuva örgütlere tabi kılmaya hizmet etmektedir. Bugün sendikalar -tıpkı SPD ve Sol Parti gibi- artık en azından günlük meselelerde üyelerinin çıkarlarını temsil eden reformist örgütler değil, devletin ve şirketlerin çıkarları doğrultusunda işlerin ve ücretlerin yok edilmesini örgütleyen ve artan direnişe karşı hükümetin savaş politikasını uygulamak için grevleri ve toplumsal mücadeleleri bastıran bir tür korporatist mafyadır.

İşçi sınıfı karşıtı kökler

Sahte solun, bu güçleri faşizme karşı mücadelede müttefik olarak yüceltmesi bir yanlış anlamadan değil, kendi sınıfsal yönelimlerinden ve siyasi tarihlerinden kaynaklanmaktadır.

RIO’nun 2011’den beri üyesi olduğu Troçkist Fraksiyon-Dördüncü Enternasyonal (FT-CI), adına rağmen Troçkist bir eğilim değildir. FT-CI, Arjantinli Pablocu Nahuel Moreno’nun geleneğini sürdürmektedir. Moreno, Latin Amerika’da Dördüncü Enternasyonal’i tasfiye etme politikası izlemiş ve korkunç siyasi sonuçlarıyla birlikte, Arjantin’de Juan Peron’dan Küba’da Fidel Castro’ya kadar işçi sınıfını defalarca burjuva ve küçük burjuva milliyetçilerine tabi kılmıştır.

Marx21, altmış yıldan uzun bir süre önce Dördüncü Enternasyonal’e ve Troçkizme düşmanlığını ilan eden Tony Cliff tarafından kurulan Uluslararası Sosyalist Eğilim’in (IST) içinden çıkmıştır. Bu gelenek, o dönemde Sovyetler Birliği’ni “devlet kapitalisti” olarak nitelendirmiş ve emperyalist güçlerin saldırısı durumunda onu savunmayı reddetmişti. Daha önceki “devlet kapitalizmi” türleri gibi, Cliff’in tutumu da emperyalizmle bir uzlaşma ve solcu ifadelerle süslenmiş bir antikomünizm biçimiydi.

İşçi Enternasyonali Komitesi’nin (CWI) eski bir üyesi olan SAV’ın kökleri ise, en sağcı sosyal demokrat örgütlere bile ilerici bir karakter atfetmekle ünlü Britanyalı Militan Eğilim’e dayanmaktadır. SAV, 1990’ların ortalarına kadar SPD içinde çalışarak ona sol ve hatta sosyalist bir görünüm kazandırmaya çalıştı. Bugün de Sol Parti ile ilişkilerde aynı rolü oynamaktadır.

Marx21, SAV ve RIO, kapitalist devlete ve sağcı burjuva parti ve örgütlerine yönelimleri ile uluslararası işçi sınıfının çıkarları adına konuşmamaktadır. Onlar, kapitalizmin 1930’lardan bu yana yaşadığı en derin krizde sağa kayan ve işçilerin bağımsız devrimci hareketinden korkan varlıklı orta sınıf katmanların çıkarlarını dile getirmektedir. Faşizme karşı mücadele, tıpkı militarizme, sosyal kesintilere ve savaşa karşı mücadele gibi, bu kapitalizm yanlısı ve tarihsel olarak işçi sınıfı karşıtı akımlarla ve onların gerici anlayışlarıyla acımasız bir hesaplaşmayı gerektirir.

18 Şubat 2024

Loading