Toplumsal eşitsizlik ve Almanya’nın hükümet krizi

Kısa süre önce yayınlanan “Dünya Eşitsizlik Raporu”nun Almanya’daki toplumsal eşitsizliğin 1913’ten beri en yüksek seviyede olduğu sonucuna varmış olması, yalnızca tarihsel bir rastlantı değildir.

1913, tarihsel bir dönüm noktasıydı. O, Avrupa’nın görece barışçıl ve istikrarlı olduğu ve güçlü ekonomik büyüme kaydettiği 40 yıllık bir dönemim son yılıydı. Onu izleyen yılın yazında, iki dünya savaşını, şiddetli sınıf mücadelelerini ve Nazilerin barbarlığını içeren 30 yıllık yeni bir dönem başlamıştı. O dönem sona erdiğinde, 100 milyon insan hayatını kaybetmiş ve Avrupa’nın büyük kısmı mahvolmuştu.

Tarihçi Ian Kershaw’ın To Hell and Back: Europe, 1914-1949 [Cehenneme ve Geriye Doğru: Avrupa, 1914-1949] adlı kitabında gözlemlediği gibi, “üst orta sınıf bir servet ve mevki adamının son derece ayrıcalıklı perspektifi”nden geriye doğru bakıldığında “Altın Çağ”, “la belle époque” [“güzel çağ”] ya da “Wilhelm dönemi” olarak nitelenen 1914 öncesi dönem, “Berlin’in, Viyana’nın, Paris’in, St. Petersburg’un ya da Londra’nın gecekondu bölgelerine toplanmış kentli kitleler arasında” çok farklı bir şekilde görülüyordu.

Kapitalizmin emperyalizme doğru gelişmesi (serbest rekabetin tekeller eliyle bastırılması; Lenin’in sözleriyle, “günümüz burjuva toplumunun istisnasız tüm ekonomik ve siyasi kurumlarının üzerine sıkı bir bağımlılık ilişkileri ağı atan bir mali oligarşi”nin ortaya çıkması; sömürgeler, hammaddeler ve pazarlar uğruna mücadele”), hem sınıflar hem de emperyalist güçler arasındaki çatışmalara görülmemiş bir sertlik kazandırmıştı.

Birinci Dünya Savaşı, bu çatışmaların her ikisine yönelik yanıttı. Savaş, sınıfsal gerilimleri, onlar devrimci bir karakter edinmeden önce dışarıya yöneltmeye yaramış, egemen sınıflara tüm siyasi muhalefeti “vatana ihanet” olarak damgalama olanağı sağlamış ve dünyanın büyük emperyalist güçler arasında yeniden paylaşımına yol açmıştı.

Günümüzdeki durum ile olan benzerlikler şaşırtıcıdır. Toplumsal eşitsizlik, bir kez daha, demokratik yönetim biçimleriyle uyumlu olmayan bir ölçeğe erişmiş durumda. Başlıca tüm kapitalist ülkelerde, egemen seçkinler demokratik hakları ortadan kaldırıyor ve devleti düzmece bahanelerle yeniden silahlandırıyor.

Emperyalist güçler, Ortadoğu’daki ve Afrika’daki acımasız sömürge savaşlarının ardından, hem nükleer silahlı Rusya’ya ve Çin’e hem de birbirlerine karşı çatışmalara hazırlanıyorlar. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı General H.R. McMaster’ın kısa süre önce belirttiği gibi, “Tarihte, Soğuk Savaş sonrası denilen dönemde geçirdiğimiz bu tatilin ardından, jeopolitika geri dönüyor, hem de büyük bir şiddetle.”

Bunun en keskin ifadesi, Donald Trump’ın, siyaset kurumundan herhangi bir anlamlı muhalefet ile karşılaşmaksızın bir milyarderler, generaller ve sağcı aşırılıkçılar hizibi ile iktidarı aldığı ABD’de görülmektedir. Ancak durum, özünde Almanya’da ve Avrupa’da da farklı değildir. Berlin’de devam eden hükümet krizinin nedeni budur.

Britanya’da yayınlanan Telegraph gazetesi, Eylül ayındaki seçimler, “Almanya’nın savaş sonrası düzeninin, mutlu ılımlılık döneminin ve iktidardaki iki büyük volkspartei’ın [“halk partisi”nin] egemenliğinin sonuna işaret etti.” diye yazdı. Gazete, “eşitlik ve adalet üzerindeki uzlaşma”nın çökmesinin, yoksulluğun ve eşitsizliğin artmasından kaynaklandığını ileri sürüyordu.

Yeni bir hükümet kurma görüşmeleri, egemen seçkinler çok büyük bir yeniden silahlanma programı başlatmak, dışarıda büyük güç politikaları izlemek ve içeride kendisini sert bir şekilde dayatmak için tümüyle farklı bir yönetime gereksinim duyduklarından dolayı, bu kadar uzun sürüyor.

Bu, en açık şekilde, Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) eski önderi ve şimdiki Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel tarafından ifade edildi. O, Körber Vakfı’nda yaptığı bir dış politika açılış konuşmasında, ahlaki değerlere ya da kurallara dayanmayan, çıkar odaklı bir Alman büyük güç politikası çağrısı yaptı. Gabriel, “biz Almanlar için… artık uluslararası politikanın kenarında rahat bir yer yok” diye belirtti.

Gabriel’in açılış konuşmasında açıkça atıfta bulunduğu siyaset bilimci Herfried Münkler, Alman militarizminin en aşağılık geleneklerine dönüş lehine konuşmuş; Neue Zürcher Zeitung’da, “Milyonlarca insan savaşlarda öldü, kahramanlık hayalleri son buldu ve artık kahramanlara gerek duymadığımızı düşünüyoruz. Bu bir hatadır.” diye yazmıştı.

Gabriel, iç politikada, Almanya İçin Alternatif’in (AfD) sağcı, milliyetçi gündemini teşvik ediyor. O, haftalık dergi Der Spiegel’de yayınlanan bir yorumunda, SPD’nin, sağdan, “kimlik”, “baskın kültür” ve “anayurt” gibi düşünceleri benimsemesini savundu.

Zenginler ile yoksullar arasındaki karşıtlık büyümeye devam edecek. Siemens, Opel, Bombardier, Air Berlin, Deutsche Bank ve çok sayıda başka firma, çoktan toplu işten çıkarma duyuruları yaptı. Yeni hükümet, bileşimine ve Merkel’in ya da bir başkasının önderliğinde olup olmamasına bakılmaksızın, mevcut koalisyondan çok daha sağa kayacak. Önümüzdeki yıl, şiddetli sınıfsal ve siyasal çatışmalarla karakterize edilecek.

İşçiler ve gençler, buna uygun olarak hazırlanmalıdır. 20. yüzyılda meydana gelen türde bir felaket yalnızca bu yolla engellenebilir. Onlar, kapitalist krize sağa kayarak tepki veren SPD’den, Sol Parti’den, sendikalardan ve bütün iflas etmiş örgütlerden kopmalı ve kendi bağımsız partilerini inşa etmeliler.

Sosyalist Eşitlik Partisi (Sozialistische Gleichheitspartei, SGP), savaşa, yoksulluğa ve baskıya karşı mücadeleyi sosyalist bir toplum mücadelesi ile birleştirmektedir. SGP, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin Almanya şubesi olarak, milliyetçiliğin yükselişine işçi sınıfının uluslararası birliği ile karşı koymaktadır.

Loading