Perspektif

Pittsburgh sinagogundaki katliam

Amerika’da Musevi karşıtı şiddet patlak veriyor

Pennsylvania’nın Pittsburgh kentinde bulunan Yaşam Ağacı Sinagogu’ndaki Musevi karşıtı katliam, Amerikan politikasının ve toplumunun krizini yeni bir seviyeye yükseltmiş durumda. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki koşullar, gitgide, en çağdışı ve gerici güçlerin cesaretlendirilip teşvik edildiği bir iç savaş karakteri ediniyor.

Pittsburgh’da, Cumartesi sabahı yapılan dini tören sırasında meydana gelen katliamda, on bir kişi öldürüldü. Çoğunluğu ileri yaşlı olan kurbanlar arasında, iki erkek kardeş ve 84 ve 86 yaşlarındaki bir çift vardı. Bir diğer kurban, 97 yaşındaki Rose Mallinger’dı. Saldırgan Robert Bowers, toplam 11 cinayet ve 13 etnik tehdit ile suçlanıyor.

ABD Musevi karşıtlığına yabancı olmamakla birlikte, ülkede Musevileri bu ölçekte hedef alan bir toplu şiddet eylemi görülmemiştir. İsrail’deki Haaretz gazetesinde bir yorumcunun yazdığı gibi, “‘bu, burada olamaz’ yanılsaması paramparça oldu. Yalnızca bunun burada olduğunu değil ama saldırının gelecekteki benzer saldırıların habercisi olabileceğini bilen Amerikalı Museviler, sonraki gün, yeni ve çok daha korkutucu bir geleceğe uyanacaklar.”

Bu eylemin anlamını kavramak için, onu sadece ülke içi değil ama aynı zamanda uluslararası ve tarihsel bağlamına yerleştirmek gerekmektedir.

Bu saldırı, Trump yönetiminin faşist şiddet yönündeki açık çağrılarının doğrudan ürünüdür. Bowers, açıkça, Musevi ve göçmen karşıtı bağnaz bir şovenizm eliyle harekete geçirilmiştir. O, saldırıdan hemen önce, sosyal medyada, Musevilere yönelik nefretini, Yaşam Ağacı sinagogunun üyesi olduğu İbrani Göçmen Yardım Derneği’nin (HIAS) Orta Amerika’dan kaçan sığınmacılara yardım etme çabalarına bağlayan yorumlar paylaşmıştı. Bowers, şöyle yazıyordu: “HIAS, halkımızı öldüren istilacıları buraya getirmek istiyor. Halkımın katledilmesine kayıtsız ve seyirci kalamam.”

Onun kullandığı, Orta Amerika’da ABD emperyalizminin neden olduğu yoksulluktan ve şiddetten kaçan göçmenlere yönelik “istilacılar” ifadesini de kapsayan dil, Trump yönetiminin dilidir. Trump, geçtiğimiz haftaki bir konuşmasında, ABD sınırına doğru ilerleyen göçmen kafilesinden “ülkemize yönelik bir saldırı” olarak söz etmişti. O, bunu, “mahallelerinizi, hastanelerinizi, okullarınızı” yok etme tehdidinde bulunan bir istila olarak adlandırmıştı. Trump, Musevi karşıtı ve faşizan imalarla dolu konuşmasında, “zamanı tersine çevirmek ve yolsuz, güç hastası küreselcilerin iktidarını yeniden kurmak isteyenler”i suçlamıştı.

Sinagogdaki saldırı, bir Trump destekçisinin önde gelen Demokratlara boru bombaları göndermesi olayını izliyor.

Bununla birlikte, Trump’ın kendisi, bir açıklama değil, bir belirtidir. Peki, Trump’ı iktidara getiren ne?

Bunun nedeni, sağcılara, “unutulmuş insan”ın savunucuları pozu takınma olanağı veren, 2008 mali krizinin ve Obama yönetiminin Wall Street yanlısı politikalarının sonuçlarıdır. Bu nedenlere, 17 yıl boyunca “terörle mücadele” bayrağı altında yürütülen çeyrek yüzyılı aşkın süredir devam eden aralıksız savaşın etkisi; egemen sınıfın ve Demokratlar ile Cumhuriyetçilerin, işçi sınıfının artan direnişine yanıt olarak her zamankinden daha çok otoriter yönetim biçimlerine yönelmesi dahildir.

Trump parlamento dışı bir aşırı sağ hareket geliştirme peşinde koşarken, Demokratlar, “nifak tohumları ekenler”e ve muhalefete karşı istikrarın koruyucuları olarak FBI’ı, CIA’i ve orduyu teşvik ediyor.

Uluslararası bağlam, sadece Trump yönetiminden çok daha fazlasının söz konusu olduğunu vurgulamaktadır. Aşırı sağ ve faşizan hareketlerin ve hükümetlerin yükselişi, küresel bir olgudur.

Bu süreç, Filipinler’de, yasadışı ölüm mangalarının örgütlenmesini övüp buna yardımcı olan Rodrigo Duterte’yi üretmiştir.

Hindistan’da, Başbakan Narendra Modi, faşizan RSS’nin üyesidir. Modi, 2002’de, Gucerat eyaletinin başbakanı olarak, yüzlerce Müslüman’ı katleden saldırıların örgütlenmesine yardımcı olmuştu.

Brezilya’da, Pazar günü düzenlenen seçimler, aşırı sağcı aday Jair Bolsonaro’yu iktidara yükseltti.

Avrupa genelinde, aşırı sağ ve faşizan partiler, egemen sınıf tarafından sistematik olarak teşvik ediliyorlar. Almanya’daki gelişmeler özellikle önemlidir. Hitler’i ve Musevi Soykırımı’nda altı milyon Musevi’nin katledilmesini kapsayan 20. yüzyılın en korkunç suçlarını meydana getirmiş olan ülkede, faşizm, bir kez daha, büyük bir siyasi güçtür.

Her yerde onun göçmen karşıtı şovenizmine uyarlanmış durumda olan iktidardaki Hristiyan Demokratlar ile Sosyal Demokratlar tarafından kasıtlı olarak beslenen faşizan Almanya İçin Alternatif (AfD), ana muhalefet partisidir.

Geçtiğimiz ay, AfD önderi Alexander Gauland, önde gelen gazete Frankfurter Allgemeine Zeitung’da, Hitler’in bir konuşmasını başka sözcüklerle aktaran bir yazı yayınladı. Bu arada, devlet, AfD ile ittifak içinde, faşizme yönelik sol muhalefete suçlu muamelesi yapmak üzere harekete geçti.

Almanya’da faşizmin yükselişinin önemi, New York Times da dahil Amerikan medyası tarafından neredeyse tümüyle görmezden geliniyor. Gerici tarihçilerin Alman tarihini yeniden yazma ve Nazilerin suçlarını görelileştirme çabaları, ABD’deki yozlaşmış akademiyi kapsayan liberal düzen çevrelerinden hiçbir muhalefete yol açmadı.

Bu sürecin evrenselliği, faşizmin yükselişte olduğu ülkeler arasında bizzat İsrail’in de olduğu gerçeğiyle vurgulanıyor. Musevilere yönelik nefret, İsrail’de Filistinlilere karşı devlet destekli ve örgütlü şiddette dışavurulan zehirli bir milliyetçilik çeşidinin özel bir biçimidir. Yakın dönemde Musevi üstünlüğünü anayasallaştıran “Ulus Devlet Yasası”nı geçiren İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, aralarında Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın da bulunduğu Avrupa’daki aşırı sağcı ve faşizan güçler ile işbirliği yapıyor.

Son olarak, faşizan hareketlerin uluslararası ölçekte yükselişinin tarihsel bağlamına yerleştirilmesi gerekiyor. Faşizmin, Hitler’in iktidara gelmesinden 85 ve İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından yaklaşık 80 yıl sonra tekrar ortaya çıkması ne anlama geliyor?

Bugün, Stalinist bürokrasinin Sovyetler Birliği’ni dağıtmasından yaklaşık 30 yıl sonra, 1989-1991’de meydana gelenlerin özünde gerici karakteri tüm dünyanın gözleri önünde ortaya konuyor. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde kısmen dinlenme sürecinde olan faşist hastalık, güçlü bir şekilde yeniden ortaya çıkmış durumda. SSCB’nin sonu, kapitalizmin propagandacılarının ahkam kestiği gibi olgunlaşan bir demokrasiye değil; bir eşitsizlik, emperyalist savaş ve otoriter rejim patlamasına ve faşizmin canlanmasına yol açmıştır.

Faşizm, en uç noktadaki kapitalist krizin siyasi bir dışavurumudur. Lev Troçki, 1933’teki “Ulusal Sosyalizm [Nazizim] nedir?” makalesinde, Nazizmin yükselişini, “kapitalist toplum, sindirilmemiş barbarlığını kusuyor” diye açıklamış ve faşizm, “mali sermayenin en amansız diktatörlüğüdür” diye yazmıştı.

Bugün de, kapitalizm, sindirilmemiş barbarlığını kusuyor. Bunun en doğrudan hedefleri, emperyalist savaşın ve kapitalist sömürünün sonuçlarından kaçan göçmenler ve sığınmacılardır. ABD’de, ülkenin Meksika sınırında, aralarında çocukların da bulunduğu göçmenleri en barbarca koşullarda tutan toplama kampları kurulmuştur.

Troçki, Mayıs 1940’ta yayınlanan ve son büyük eserlerinden biri olan “Dördüncü Enternasyonal’in Emperyalizm ve Savaş Üzerine Bildirgesi”nde, şöyle yazıyordu: “Çürüyen kapitalizm, Musevi halkını bütün gözeneklerinden söküp atmaya uğraşıyor. İki milyarlık nüfusa sahip dünyada, 17 milyon kişi, yani yüzde birden azı, gezegenimizde artık kendine bir yer bulamıyor! Geniş toprakların ve insanın hem uzayı hem de yeryüzünü ele geçirmiş olan teknolojik mucizelerinin ortasında, burjuvazi, yeryüzünü iğrenç bir hapishaneye dönüştürmeyi başarmış durumda.” Bugün, milyonlarca göçmeninin karşı karşıya olduğu koşullar bunlardır.

Cumartesi günkü katliamın bir kez daha gösterdiği gibi, bir siyasi gericilik ve savaş dönemi, en eski şovenizm biçimlerinden biri olan Musevi karşıtlığının canlanması ile ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır. İsrail’in varlığının Musevi karşıtı zulme ve şiddete karşı bir tür koruma olduğu düşüncesi, yok edilmesi gereken yanılsamalar arasındadır.

Sağcı gericiliğin en temel hedefi, işçi sınıfıdır. Nasıl ki faşizm kapitalizmden ortaya çıkıyorsa, sınıf mücadelesi de kapitalizmden kaynaklanır. Sınıf mücadelesinin gelişmesi ve sosyalizme giderek artan ilgi, egemen sınıfı dehşete düşürmektedir. İşçi kitleleri sağa değil sola yöneliyorlar. Toplumsal eşitsizliğe ve egemen sınıfın savaş hazırlıklarına derin ve büyüyen bir düşmanlık söz konusu.

Toplumsal muhalefetin ilk sinyalinde faşist şiddeti davet etmesi, egemen sınıfın çaresizliğinin bir işaretidir. 1930’larda, faşist hareketler kitlesel bir taban elde etmiş olmakla birlikte, onların Almanya’da, İtalya’da ve İspanya’da iktidara yükselmesini mümkün kılan şey, egemen seçkinlerin siyasi komplolarıydı. Bugün, faşizmin yukarıdan planlı olarak teşvik edilmesi, çok daha baskın bir etmendir.

Kapitalizm, insanlığın önüne bir kez daha şu alternatifleri koyuyor: ya sosyalist devrim ya da kapitalist barbarlık. Medyada, “uygarlığı yeniden kurma” ve “bölücü siyasi söylem”e son verme gerekliliği hakkında tüm konuşulanlar, tüm kritik meselelerden yan çizen içi boş laflardır. Ortadan kaldırılması gereken, kapitalist sistemin kendisidir.

Dördüncü Enternasyonal, seksen yıl önce, 1938’de, Stalinizmin ve Sosyal Demokrasinin ihanetlerine karşılık olarak, işçi sınıfı içindeki devrimci önderlik krizini çözmek üzere kurulmuştu. Yeni enternasyonalin siyasi programının merkezinde, faşizmin 1933’te Almanya’daki zaferinin (işçi sınıfının tarihteki en büyük yenilgisinin) derslerinin özümsenmesi vardı.

En önemli ders, faşizme karşı, devrimci sosyalist ve enternasyonalist bir program dışında mücadele etmenin olanaksız olmasıydı. 1930’ların dehşetleri yeniden ortaya çıkarken, bu kavrayış, faşizme karşı mücadeleyi eşitsizliğe, savaşa ve kapitalist sisteme yönelik muhalefet ile birleştiren sosyalist bir önderliğin; Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin ve her ülkede Sosyalist Eşitlik Partilerinin inşası yoluyla işçi sınıfına taşınmalıdır.

Loading