Avrupa seçimleri ve sınıf mücadelesinin canlanması

Avrupa seçimleri, siyaset kurumunun son derece gözden düşmüş ve işçi sınıfının siyasi değişim yönünde artan taleplerine kapalı olduğunu ortaya koydu.

Avrupa Birliği’nin (AB) 1992’de kurulmasından bu yana izlediği kemer sıkmaya ve militarist politikalara karşı artan toplumsal öfkenin ve protestonun ortasında, Avrupa genelinde, geleneksel iktidar partileri görülmemiş düzeylerde çöküşe uğradı. Almanya’da, geleneksel muhafazakar ve sosyal demokrat partilerin toplam oyu yüzde 43’e; Britanya’da yüzde 23’e, Fransa’da yüzde 15’e ve İtalya’da yüzde 32’ye düştü. Almanya’daki Sol Parti, Jean-Luc Mélenchon’un Boyun Eğmeyen Fransa’sı (LFI) ve İspanya’daki Podemos gibi sosyal demokrasinin sözde “sol” müttefiklerinin tamamı ağır yenilgilere uğradı.

Bununla birlikte, seçim gecesinin asıl kazananları, ya Brexit Partisi ve Fransa’daki neo-faşist Ulusal Birleşme gibi aşırı sağcı partiler ya da sosyal demokrasi ile bağlantılı AB yanlısı liberal veya Yeşil partilerdi. Bu sonuç, Avrupa çapında on milyonlarca seçmeni geleneksel iktidar partilerini terk etmeye iten sorunların hiçbirini çözmeyecektir.

Avrupa’nın burjuva siyasi çerçevesi, hala amansızca sağa kayıyor. Servetini 2008 çöküşünün ardından acımasız bir kemer sıkmayla finanse edilen devlet borcunun çok büyük miktarda arttırılmasıyla biriktiren Avrupa mali aristokrasisi, muazzam bir servet ve güç toplamış durumda. Avrupa kapitalizminin temellerini oyan patlayıcı jeopolitik ve ekonomik çatışmaların ortasında (ABD’nin İran’a karşı saldırı tehdidi, NATO’nun Doğu Avrupa’da süregiden ve nükleer silahlı Rusya’yı hedef alan askeri yığınağı, ABD’nin hem Çin’e hem de Almanya’ya karşı ticaret savaşı tehditleri ve Britanya’nın AB’den yaklaşan çıkışı), Avrupalı emperyalist güçlerin tamamı, ordularını ve polis devleti aygıtlarını güçlendiriyor. Bu, Avrupa politikasının aşırı sağcı evrimini belirlemektedir.

Bu politikalar, şimdiden, toplumsal protestolarda ve grevlerde başlangıç niteliğinde bir kabarmayı kışkırtmış durumda. Bu yıl, Polonya’da Stalinistlerin 1989’da kapitalizmi yeniden kurmasından bu yana ilk ulusal öğretmen grevine, Portekiz’de bir grev dalgasına, Fransa’da Devlet Başkanı Emmanuel Macron’a karşı devam eden “sarı yelek” hareketine ve gençlerin küresel ısınmaya karşı iklim boykotlarına tanık olundu. Seçimler, egemen sınıfın, bu büyüyen harekete herhangi bir taviz vermeye niyetinin olmadığını doğruladı.

Seçim kampanyası, AB yanlısı partiler ile milliyetçi veya neo-faşist partiler arasındaki çatışmanın dar sınırları içinde gelişti. Ne var ki, tüm egemen sınıfın on yıllardır sağa kaymasının ardından, kriz içindeki AB’yi, İtalya İçişleri Bakanı Matteo Salvini ya da Fransa’daki Marine Le Pen gibi neo-faşistlerin ileri sürdüğü “uluslar Avrupası”ndan çok az şey ayırmaktadır.

Muhafazakarlar, sosyal demokratlar ve Yunanistan’daki Syriza (“Radikal Sol Koalisyon”) hükümetinin müttefikleri dahil olmak üzere AB yanlısı partiler, orduya milyarlar harcadılar, polisin yetkilerini arttırıp, NATO’nun Ortadoğu ile Kuzey Afrika’daki savaşlarından kaçan sığınmacılara yönelik çok büyük bir toplama kampları ağı geliştirdiler ve şiddetli bir kemer sıkma uyguladılar. ABD ile AB arasında büyüyen anlaşmazlıkların ortasında, AB, artık, Paris’in ve özellikle de dış politikasını hızla yeniden askerileştiren Berlin’in, Washington’dan bağımsız bir Avrupa silahlı kuvvetleri oluşturmaya çalışmasında bir araç işlevi görüyor. Sonuç olarak, AB yanlıları ile daha açık bir şekilde milliyetçi güçler arasındaki anlaşmazlıklar, Trump yönetimiyle ilişkiler ve bununla bağlantılı olarak bizzat Avrupa içindeki büyük güç gruplaşmalarında yaşanan değişiklikler üzerine şiddetli bir hizip çatışmasına indirgeniyor.

Avrupa’nın geleneksel iktidar partilerinin çöküşü, Avrupa kapitalizminin iflasına tanıklık etmektedir. Ancak işçi sınıfı, AB makinesinin savunucuları ile kendisi de kemer sıkma uygulayan ve göçmenleri alçakça hedef alan Salvini gibi aşırı sağcı bir “uluslar Avrupası”nı savunanlar arasındaki mücadeleye seyirci kalamaz. Her iki taraf da, hızla, faşizan ve otoriter yönetim biçimlerine doğru ilerliyor. Egemen sınıf, 1930’lardakinin tersine, henüz, faşizan politikaları destekleyen bir kitle hareketi tabanı geliştirmiş değil. Fakat bu tür bir hareketin gelişme tehlikesi açıktır. Buna karşı ileriye giden yol, Avrupa ve uluslararası işçi sınıfını, kendi bayrağı altında ve kendi siyasi programıyla, mücadelede harekete geçirmektir.

Bu ise, gelişen krizin sınıfsal dinamiğinin kavranmasını; işçi sınıfı mücadelelerinin, burjuvazinin ve varlıklı orta sınıfın tüm siyasi temsilcilerinden bağımsız bir şekilde uluslararası ölçekte birleştirilmesini gerektirmektedir. AB seçimleri, burjuvazinin ve varlıklı orta sınıfın bütün siyasi temsilcilerinin gerici rolünü inkar edilemez bir şekilde kanıtlamaktadır.

Britanya’da, Başbakan Theresa May’in Muhafazakar Partisi yüzde 9’a iner ve hükümeti düşerken, Nigel Farage’ın aşırı sağcı Brexit Partisi yüzde 31 ile ilk sırayı aldı. Farage, özellikle İşçi Partisi önderi Jeremy Corbyn’in başarısızlığı sayesinde, Britanya’daki patlayıcı toplumsal hoşnutsuzluğu kendi çıkarına kullanabildi. Büyüyen toplumsal öfke eliyle parti önderliğine yükseltilmiş olan Corbyn, May’e karşı, Avrupa genelindeki mücadelelerle dayanışma içinde bir işçi sınıfı mücadelesi çağrısı yapmaktan titizlikle kaçındı. Corbyn, partisinin Tony Blair önderliğindeki kanadında yer alan Irak savaşı suçlularına durmadan tavizler vermesinin ardından, bu yılı, Brexit krizinde destek vermek üzere May ile görüşmeler yaparak geçirdi.

Corbyn, partisinin Muhafazakarlar ile uyumunu gözler önüne sererek ve mücadele etmek için ona bakan işçileri çaresiz bırakarak, Farage’a, demagojik bir şekilde, May hükümetinin tek muhalifi kılığına girme fırsatı verdi. Farage’ın, Corbyn’i, İşçi Partisi’nin yüzde 14’e inmesiyle küçük düşürmesi, Liberal Demokrat Parti’nin Corbyn’in seçim bölgesindeki (Islington) zaferi ile tamamlandı.

Almanya’da, “Büyük Koalisyon” hükümetinin yüzde 43’lük sonucu, halkın, hükümetin gündemini reddetmesinin bir başka örneğini oluşturdu. Bu gündem, Alman dış politikasını askerileştirilmesi ve aşırı sağcı profesörlerin Hitlerciliği, militarizmi ve diktatörce yönetim biçimlerini meşrulaştırmasının teşvik edilmesinden oluşmaktadır. Aşırı sağcı Almanya İçin Alternatif (AfD) ile iktidar partileri arasındaki bu sıkı bağlara ve aşırı sağın medyada sürekli teşvik edilmesine rağmen, AfD’nin yüzde 10,5’lik oranı, Yeşillerin yüzde 22’lik oranıyla fazlasıyla geride bırakıldı. Bu, hem neo-faşizme yönelik geniş muhalefeti, hem de iklim değişikliğine karşı kitlesel protestolarda dışa vurulan çevresel kaygıları yansıtıyordu.

Bununla birlikte, Yeşiller Partisi, yakın çalışma içinde olduğu Büyük Koalisyon partilerine bir alternatif değildir. Yeşiller, 1990’larda, NATO’nun Balkanlar’daki acımasız savaşlarını desteklediler ve 2000’lerde, nefret edilen Hartz IV kemer sıkma yasalarını uygulamak üzere sosyal demokratlar ile birlikte çalıştılar. Bugün, Yeşiller Partisi’nin kurucularından ve önderlerinden biri olan, 1968’in öğrenci protestocusu Daniel Cohn-Bendit, “sarı yelekliler”i bastıran Macron’un akıl hocası konumundadır. Yeşiller, iktidara gelmeleri durumunda, Büyük Koalisyon’un şu anda uyguladıklarından ayırt edilemeyen politikalar izleyecektir.

Seçimler, varlıklı orta sınıfın bütün bir “sol popülist” partiler tabakasını da ifşa etti. Stalinist örgütlerin ve Troçkizmin küçük burjuva döneklerinin ardıllarından oluşan bu partilerin, kendi tabanlarındaki sendika bürokratlarını ve “sol” akademik çevreyi de kapsayan ayrıcalıklı toplumsal tabakalar için daha elverişli politikalar gerçekleştirme girişimleri etkisiz kaldı. Son birkaç yıl içinde yaşanan acı deneyimler, bu sahte sol partilerin, neredeyse yalnızca işçi sınıfı içindeki muhalefeti engellemeye hizmet ettiğini gösterdi.

Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras, Syriza’nın sağcı Yeni Demokrasi’nin ardından ikinci sıraya gerilemesinden sonra erken seçim çağrısı yaptı. 2015’te AB’nin kemer sıkma programını sona erdirme konusunda verdiği seçim sözlerine açıkça ihanet eden, Yunan işçilere milyarlarca avroluk sosyal kesintiler dayatan, on binlerce sığınmacıyı Yunan adalarına hapseden ve Yemen’deki Suudi savaşına silah satan Çipras, iktidarı yeniden sağa teslim etmek için elinden geleni yapıyor. Çipras, seçim çağrısında bulunurken, yine yalan söyleyerek, “eşitlik, dayanışma ve toplumsal adalet mücadelesini asla terk etmeyeceğine” söz verdi.

İspanya’da, Syriza’nın müttefiki Podemos, kemer sıkma yanlısı sosyal demokrat hükümetini desteklemesinin ve hem 2017’deki Katalan bağımsızlık referandumuna yönelik polis baskısına, hem de sonrasında Katalan milliyetçisi siyasi tutuklulara yönelik kovuşturmaya karşı herhangi bir eylem çağrısı yapmamasının ardından, AB parlamentosundaki koltuklarının yarısını kaybetti. Podemos önderi Pablo Iglesias, buna, açıkça sağcı Yurttaşlar partisi ile ittifakı değerlendirmekte olan sosyal demokratlar ile yeni bir koalisyon hükümeti kurma sözü vererek karşılık verdi.

Son olarak, Marine Le Pen’in Fransa’da ilk sırayı alması, her şeyden önce, Jean-Luc Mélenchon’un Boyun Eğmeyen Fransa (LFI) partisinin, Pablocu Yeni Anti-Kapitalist Parti’nin ve Stalinist sendikaların gerici rolünün ürünüdür. 2017 devlet başkanlığı seçimlerinde üstü kapalı olarak Macron’u destekleyen bu örgütler, “sarı yelek” protestolarına düşmanca tepki verdiler. Mélenchon, 2017’de 7 milyon oy almış olmasına rağmen, vahşi polis şiddeti dalgasına karşı “sarı yelekliler”i savunmak üzere herhangi bir kitlesel protesto çağrısı yapmadı. Sendikalar da, onlarla dayanışmak için çağrısı yapılan grevleri yalıtıp sattılar.

Bu, inisiyatifi neo-faşistlere verdi. Neo-faşistler, Nazi işbirlikçisi Vichy rejiminin mirasçıları olmalarına rağmen, ikiyüzlü bir şekilde, nefret edilen Macron yönetiminin en büyük muhalifleri ve “sarı yelekliler”in protesto etme hakkının savunucuları kılığına girdiler. Aynı anda, neo-faşist polisler, sokaklarda “sarı yelekliler”i sakat bırakıyordu.

Bu Avrupa seçimleri, eski egemen seçkinlerin ilerlemiş çöküş durumu ve sınıf mücadelesinin hala ilk evrelerinde olan yükselişi ile damgalanan bir geçiş ve kriz döneminde gerçekleşti. Siyasi gericilikle geçen on yıllardan sonra, sosyal demokrat ve sahte sol partiler, işçi sınıfıyla ya da toplumsal protestolarla her türlü bağlantılarını kesmiş durumdalar. İşçiler, artık onları bir muhalefet gücü olarak görmüyor ve mücadeleyi kendi ellerine almaya başlıyorlar. Sosyal medyada sendikalardan bağımsız bir şekilde örgütlenen kitlesel protestoların ve grevlerin patlak vermesi, egemen seçkinler sağa kayarken, halk içinde geniş çaplı bir sola kayma olduğunu göstermektedir.

Bu durum, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) perspektiflerinin ve çözümlemelerinin doğruluğunu kanıtlamaktadır. Stalinistlerin kapitalizmi yeniden kurması, kapitalizme karşı Rusya’daki 1917 Ekim Devrimi ile açılan uluslararası sınıf mücadelesi devrinin kapandığı ve “Tarihin Sonu” anlamına gelmiyordu. Dahası, DEUK, sınıf mücadelesinin canlanmasının, eski sosyal demokrat, Stalinist ve Pablocu bürokrasilerin tamamına ve onların sendikal müttefiklerine karşı bir başkaldırı biçimini alacağını da doğru bir şekilde öngörmüştü.

Emekçilerin toplumsal koşullarını iyileştiren köklü bir değişim olarak anlaşılan devrim ve sosyalizm, tüm dünyada giderek daha fazla rağbet görüyor. Bununla birlikte, işçiler ve gençler, Lev Troçki’nin büyük Rus Devrimi’nin Tarihi eserinde betimlediği radikalleşme sürecinin hala ilk aşamalarındalar:

“Kitleler, devrime, hazır bir toplumsal yeniden inşa planı ile değil; eski rejime katlanamadıklarına ilişkin keskin bir hisle girerler. Bir sınıfın yalnızca yol gösterici tabakaları bir toplumsal programa sahiptir ve bu bile, hala, olaylarla sınanmaya ve kitlelerce onaylanmaya gerek duyar. Dolayısıyla, devrimin temel siyasi süreci, bir sınıfın toplumsal krizden çıkan sorunları yavaş yavaş kavramasına; kitlelerin ardışık yaklaşımlar yöntemi eliyle aktif yönelimine dayanır.”

Şu an için, işçi sınıfının canlanmasının ilk aşamalarında, netleştirilecek çok şey var. Muhalefet, hala, “sol” diye kabul edilen şeyin, varlıklı orta sınıfın, popüler ve demokratik terimlerle takdim edilen ve sınıf mücadelesine karşı çıkan politikası olduğu geçmiş dönemin izlerini taşıyor. Protesto oyları, uluslararası işçi sınıfı devrimi çağırısı yapanlara değil; daha insani bir kapitalist politika vaat eden Yeşillere ve liberal partilere ya da ulus devletin halkı korumasını sağlama sözü veren neo-faşistlere gidiyor.

Bununla birlikte, olaylar, sınıf bilincini hızla ilerletiyor ve işçi sınıfının siyasi yöneliminde patlayıcı değişimler hazırlıyor. İşçilerin ve gençlerin radikalleşmesi, mali aristokrasinin demir pençesi altında politikanın değişmesinin olanaksızlığı ile birlikte, DEUK’un konumunu ve onun sınıf merkezli bir politika çağrısını güçlendirecektir. DEUK’un Avrupa şubeleri (Britanya’da, Fransa’da ve Almanya’da bulunan Sosyalist Eşitlik Partileri), Avrupa seçimlerinde böyle bir gelişmeyi hazırlamak için kampanya yürüttüler.

Deneyim, ileriye giden tek yolun DEUK’un programının ve perspektifinin gerçekleştirilmesinden geçtiğini gösterecek. Bu, uluslararası işçi sınıfının tüm gücünün kapitalist sınıfı mülksüzleştirmek, siyasi iktidarı almak ve sosyalizmi inşa etmek üzere harekete geçirilmesi demektir. Avrupa kapitalizminin krizinin çözümü AB’den ya da faşizan bir “uluslar Avrupası”ndan değil; işçi sınıfının Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri’ni inşa etmek üzere mücadele etmesinden geçmektedir.

Loading