Avrupalı güçler İran'a karşı savaş hazırlıklarını destekliyor

Dünya, resmi bir diplomatik görev için Irak'a seyahat eden İranlı General Kasım Süleymani'nin ABD'ye ait bir insansız hava aracı tarafından öldürülmesinin ardından, 3 Ocak'ta nefesini tuttu. Hızla küresel bir çatışmaya dönüşebilecek olan bölgesel bir çatışma tehdidi ufukta görünmüştü. Önde gelen medya kuruluşları ve siyasi figürler, I. Dünya Savaşı'nın çıkmasını tetikleyen Saraybosna'daki suikastla benzerlikler kurarak, bir "1914 anı"ndan söz ettiler.

Fakat Avrupalı güçlerin ABD'nin bu suç oluşturan eylemini protesto edeceğini ve savaş hazırlıklarına karşı çıkacağını bekleyen herkes acı bir deneyim yaşadı.

Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron [Kaynak: AP aracılığıyla Nicholas Kamm/POOL]

Britanya Başbakanı Boris Johnson, "Süleymani'nin ölümüne yas tutmuyoruz" derken, Berlin ve Paris, kendilerinin de Süleymani'yi "terörist listelerine" koymuş olduklarını vurguladılar. "Gerilimi yatışması" çağrıları yaptıklarında ise, bu çağrılar yalnızca mağdur olan İran'ı hedef alıyordu. Avrupa'nın önde gelen politikacılarında hiçbiri, Amerikan başkanı tarafından bizzat emri verilen; uluslararası hukuku açıkça ihlal eden ve zaten keskin olan uluslararası gerilimleri daha da şiddetlendiren bu hunharca cinayeti kınamadı.

2003'teki durum ile karşıtlık apaçık ortadadır. On yedi yıl önce, Paris ve Berlin, ABD'nin Irak'ı yasadışı istilasını kınamıştı. Fransa Devlet Başkanı Jacques Chirac, "Birleşmiş Milletler'in meşruiyetini reddeden ve güç kullanımını hukukun üstünlüğünün üzerine yerleştiren herkes ciddi bir risk alıyor," derken, Almanya Başbakanı Gerhard Schröder de benzer açıklamalar yapmıştı.

Chirac'ın ve Schröder'in muhalefeti hiçbir şekilde ilkeli bir muhalefet değildi. Berlin, ABD'nin Almanya'daki askeri üslerini kullanmayı sürdürmesine izin vermiş ve Washington'ın diplomatik zorbalığına boyun eğmemesi halinde Irak'a yönelik askeri müdahaleyi destekleyeceğini açıkça ortaya koymuştu. Bununla beraber, yaptıkları açıklamalar dünya çapında milyonlarca insanın katıldığı savaş karşıtı protestoları teşvik etmişti.

Peki, bugün, Irak, Libya ve Suriye savaşlarının son derece yıkıcı olduğu kanıtlandıktan sonra, ABD savaş hazırlıklarını ertelemek şöyle dursun, daha da yoğunlaştırırken, öncekine benzer herhangi bir resmi protestonun duyulmamasının nedeni ne?

Atlantik ötesi ilişkilerde herhangi bir ilerleme olması söz konusu değildir. 2003'ten beri, ilişkiler çarpıcı biçimde kötüleşmiş durumda. Trump'ın ya da ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo'nun Avrupalı eski müttefiklerine saldırmadan ya da onları aşağılamadan geçirdikleri bir hafta bile olmadı.

Daha geçtiğimiz ay, ABD Kongresi, Rusya'yı doğrudan Almanya'ya bağlayan Kuzey Akım 2 doğalgaz boru hattının inşasını durdurmak için yaptırımlar getirdi. Bu, müttefik bir ülkeye yönelik bir hakaretten başka bir şey değildi. Washington'ın İran nükleer anlaşmasını tek taraflı olarak feshetmesi (mevcut savaş provokasyonunun başlangıcı), Almanya'dan, Fransa'dan ve Britanya'dan gelen açık muhalefete rağmen gerçekleşmişti.

Buna rağmen, Avrupalı güçler ABD'nin savaş hazırlıklarına dahil oldular. Her türlü eleştiri, tamamen taktiksel nedenlerle saklı tutuldu. Tıpkı ABD'deki Demokratlar ve ordu kesimleri gibi, onlar da Trump'ı tek başına, apar topar ve iyi düşünülmüş bir strateji olmadan; dolayısıyla ABD'nin Ortadoğu'daki çıkarlarını tehlikeye atarak hareket etmekle suçladılar.

Ama asla, emperyalist güçlerin bölgeyi kendi iradelerine tabi kılmak ve kendi çıkarlarını kovalamak için Ortadoğu'ya askeri olarak müdahale etme "hakkı"nı tartışmaya açmadılar. Milletler Cemiyeti'nin ve Birleşmiş Milletler'in onlarca yıl demokratik kamuflaj olarak başvurduğu "ulusların kendi kaderini tayin hakkı" gibi kavramlar, siyaset sözlüğünden kayboldu. Bu kavramlar, yalnızca Çin ya da Rusya gibi bir rakip güce karşı ayrılıkçı hareketleri desteklemek için gerektiklerinde ortaya çıkarılıyor.

Sovyetler Birliği'nin dağıtılmasından otuz yıl sonra, Uluslararası Komite'nin uzun bir süre önce öngörmüş olduğu gibi, yeni bir demokrasi dönemi ortaya çıkmış değil. Tam tersine, kapitalizmin anarşisi ve zamanını doldurmuş ulus devlet sistemi, emperyalistler arası rekabetin şiddetlenmesine ve sınıfsal gerilimlerin keskinleşmesine yol açtı. Hem Avrupa'da hem de Amerika'da egemen seçkinler, buna, faşizme ve savaşa yönelerek yanıt veriyor.

Bugün, Avrupalı güçler, emperyalist suçlara 2003'tekinden çok daha derinlemesine bulaşmış durumdalar. Şu anda hem Almanya hem de Fransa, kendi emperyalist çıkarlarını ilerletmek için Irak'ta asker bulunduruyor. Muammer Kaddafi rejimini deviren ve ülkeyi rakip milisler arasında yaşanan kabus gibi bir iç savaşa sürükleyen 2011'deki Libya savaşı, büyük ölçüde Fransa tarafından başlatılmıştı. Fransa ve Almanya, ayrıca, Suriye savaşının başından itibaren perde arkasında önemli roller oynadılar. Buna, İslamcı milislerin desteklenmesi de dahildi. Mali'de hızla tırmanan çatışmada, Avrupalı emperyalistlerin Afrika'daki varlığını kuvvetlendirme peşinde koşuyorlar.

Ne var ki, Avrupa'yı Washington'a "karşı koyabilecek" ortak bir ordu ve dış politika üzerinden bir dünya gücü haline getirme biçimindeki uzun erimli hedeflerine henüz ulaşabilmiş değiller. Askeri harcamalarındaki devasa artışlara rağmen, Avrupa'daki NATO üyelerinin toplam askeri bütçesi ABD'ninkinin yarısından da az; 300 milyar dolar seviyesinde. Dahası Avrupalı güçler kendi aralarında derinlemesine bölünmüş durumdalar. Washington'dan bağımsız bir şekilde hareket etmek istemekle birlikte, yeniden silahlanana kadar ABD ile uzlaşmaya varmak dışında bir alternatif görmüyorlar.

Dış politika alanında uzman dergiler, "Avrupa'nın savunması fiilen ABD'ye bağımlı olmayı sürdürüyor," gibi şikayetlerle dolu. Alman Dış İlişkiler Konseyi (DGAP), "Avrupa hâlâ Washington tarafından korunuyor" başlıklı bir yazıda, "ABD ve Çin, Avrupalılar ile ilişkilerine giderek artan oranda kendi büyük güç rekabetleri açısından bakıyor ve taraf seçmeye zorlamak için ... tek tek devletlere kasten baskı yapıyorlar," diye belirtiyor.

DGAP, şu sonuca varıyor: "Eğer Avrupalılar rakip büyük güçlerin oyuncağı haline gelmekten kaçınmak istiyorlarsa, güçlerini ileride daha iyi kullanmalı, kendi çıkarlarını daha güçlü savunmalı ve kendilerini saldırı karşısında daha az savunmasız hale getirmeliler." Avrupa Birliği, "kendisini jeopolitik bir güç olarak düşünmeyi öğrenmeli."

Bu, toplumda bir askerileşmeyi ve savunma harcamalarında -şimdiki resmi hedef olan GSYİH'nin yüzde ikisinin çok daha üzerinde- bir artışı gerektirmektedir. Bunu finanse etmek ise, işçi sınıfına yönelik sert saldırıları zorunlu kılar. Bu, Avrupalı güçlerin ABD'nin savaş yönelimine verdiği desteğin ikinci ve daha temel nedenini açığa vurmaktadır. Onlar, savaşa karşı kitlesel bir seferberliğin, kapitalist egemenliği tehdit edecek şekilde, toplumsal eşitsizliğe karşı artan işçi sınıfı mücadeleleri ile birleşebileceğinden korkuyorlar.

Avrupa genelinde işçiler öfkeyle dolup taşıyor. Fransa'da bu, Sarı Yelek hareketinin patlaması ve Macron'un emeklilik reformuna karşı kitlesel grevlerle görülüyor. Söz konusu grevler, altı haftadan sonra, hâlâ yüz binlerce kişiyi sokağa çekiyor.

2003'te, sahte sol, post-Stalinist ve Yeşil güçler, savaş karşıtı harekete egemen olup onun üzerinde denetim sağlayabilmişken, bugün yaygın biçimde gözden düşmüş ve savaş yanlısı kampa kaymış durumdalar. Kendilerini ister sol ister sağ olarak adlandırsınlar, bu düzen partilerinin hiçbiri, savaş yönelimine karşı sözlü bir muhalefet dahi dile getirmiyorlar.

Barbarlığa ve savaşa sürükleniş, yalnızca, savaşa karşı mücadeleyi onun kaynağı olan kapitalist kâr sistemine karşı mücadele ile birleştiren uluslararası işçi sınıfının bağımsız sosyalist bir hareketi ile engellenebilir. Bu kitlesel hareketin gelişmesinin nesnel koşulları şimdiden olgunlaşmıştır. Dördüncü Enternasyonal'in Uluslararası Komitesi'nin ve onun şubeleri olan Sosyalist Eşitlik Partilerinin hedefi, bu harekete önderlik etmek ve ona siyasi bir perspektif sağlamaktır.

Loading