Hükümetin sürü bağışıklığı politikası binlerce yeni ölüm riski yaratıyor

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti, koronavirüs salgınının Türkiye genelinde şiddetle devam etmesine ve tıp uzmanlarının karşı çıkmasına rağmen, “normalleşme” politikasını başlatmış durumda. Daha şimdiden dokuz ilde vaka sayılarının yeniden arttığı bildiriliyor.

Hükümetin planı doğrultusunda, alışveriş merkezleri (AVM), kuaförler, güzellik salonları ile çeşitli perakende satış dükkanları 11 Mayıs’ta yeniden açıldı. İç uçuşların ve bazı uluslararası uçuşların Mayıs ayının sonunda veya Haziran ayının başında başlatılması planlanıyor. Şehirlerarası seyahat kısıtlamaları, Antalya, Aydın ve Muğla gibi başlıca turistik merkezleri de kapsayacak şekilde 4 Mayıs’tan itibaren kaldırılmaya başlandı.

Profesör Dr. Mehmet Ceyhan, Mayıs ayının başında verdiği bir demeçte, “En önemli şey salgının ortasına bile gelmedik. Henüz bir şeyi halletmiş değiliz,” diye uyarıda bulunuyor ve şöyle ekliyordu: “Dünyada bu noktaya ulaşıp, tedbirleri azaltmaya başlayan Japonya ve Singapur gibi ülkelerde yeniden vaka artışı yaşandı.”

Türk Tabipleri Birliği (TTB) üyesi Acil Tıp Uzmanı Dr. Başar Beyoğlu da, bianet’e verdiği röportajda, AVM’lerin açılmasına karşı şu uyarıda bulunuyordu: “AVM’ler gerek havalandırma sistemleri ile olsun gerek sosyal mesafeyi ve teması korumadaki zorlukları açısından olsun, mevcut halleri ile şu an hizmet veren pandemi hastanelerinden daha tehlikelidir.” Parklar ve yürüme alanları hâlâ kapalı iken AVM’lerin açılmış olması, hükümet ile milyoner AVM sahipleri arasındaki sıkı ilişkinin bir yansıması olarak görülüyor.

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca tarafından “kontrollü sosyal hayat” olarak adlandırılan bu politika, gerçekte burjuvazinin çıkarları doğrultusunda izlenen bir kontrollü sürü bağışıklığı politikasıdır. Milyonlarca işçi büyük sermayenin kâr etmesi için işe gitmek zorunda bırakılırken, devletin ve medyanın “normalleşme” propagandası da bir süredir halk kitlelerini sokağa çıkmaya ve alışverişe gitmeye teşvik ediyor.

Ne var ki, Perşembe günü itibarıyla Türkiye’de COVID-19’dan hayatını kaybedenlerin sayısı 4 bini geride bıraktı; toplam vaka sayısı ise 150 bine yaklaşıyor. Ülkede her gün binden fazla vakaya ve 50’yi aşkın ölüme tanık olunuyor. Bu trajik gerçeklere rağmen Erdoğan hükümeti, COVID-19’a karşı “başarı hikayesi”ni tekrarlamayı sürdürüyor ve “salgın kontrol altında” iddiasında bulunuyor. Bu yalanların amacı, insanları binlerce kişinin ölmesine alıştırmak ve işçileri tehlikeli koşullarda işe gidip çalışmaya zorlamaktır.

Oysa bizzat Sağlık Bakanı Koca, salgının kontrol altında olmadığını ve tıpkı ABD’de, Almanya’da ve daha pek çok ülkede olduğu gibi, hükümetin suç oluşturan politikası yüzünden kötüleşebileceğini itiraf etti. Koca, Çarşamba günkü basın toplantısında gelen “Şu anda bulaştırma oranı (R0 değeri) nedir?” sorusuna, “Şu an Türkiye’nin R0 değerinin 1,56 olduğunu söyleyebilirim,” yanıtını verdi.

Perşembe günü, Prof. Dr. Kayıhan Pala, TTB’nin “COVID-19 Pandemisi İkinci Ay Raporu”nu açıkladığı çevrimiçi basın toplantısında konuyla ilgili şu uyarıda bulundu: “Eğer bu rakam bakanın dediği gibi 1,56 ise bırakın yeniden açılmayı Türkiye’nin tekrar kapanıp önlemleri sertleştirmesi gerekir. R0 oranı 1’in altına düşmedikçe salgında ‘başarılıyız’ diyemeyiz.” TTB, sağlık bakanlığının Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından tavsiye edilen ölüm kodlarını hâlâ kullanmadığını belirtiyor.

Eğer pandemiye karşı bir zafer kazanılacaksa, bu, hükümet sayesinde değil, sağlık emekçilerinin gayretleri sayesinde olacaktır. Cuma günü itibarıyla Türkiye’de 1 milyon kişi başına test edilen kişi sayısı yalnızca 17.915’ti. Aynı gün bu sayı, hükümetin izlediği canice politikanın 86 binden fazla ölüme yol açtığı Amerika Birleşik Devletleri’nde 32.166’ydı. Ayrıca belirtmek gerekir ki, Türkiye’nin şimdiye kadar görece düşük olan ölüm oranı, büyük ölçüde, yaşlı nüfusunun yüzde 8,8’lik oranıyla toplam nüfusun küçük bir kısmını oluşturduğu gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Türkiye, bu oranıyla, 41 Avrupa ülkesi arasında 40. sırada yer alıyor.

Bu koşullarda Erdoğan, dikkati hükümetinin salgındaki sorumluluğundan başka yöne çevirmeye uğraşıyor. Cumhurbaşkanı, Pazartesi günü düzenlediği basın toplantısında, şu sözlerle açıkça halkı suçlamaya çalıştı: “Gerçekten zaruri bir işi olmadan dışarı çıkanlar, sokakta ulaşım araçlarında açık ve kapalı mekânlarda gereksiz kalabalıklar oluşturanlar kendi elleriyle virüsü besliyorlar.” Bu bütünüyle ikiyüzlü açıklama, başından itibaren önceliğinin hayatları değil ama üretimi ve ihracatı kurtarmak olduğunu ilan eden bir kişiden gelmektedir.

Erdoğan hükümeti, pandemi sırasında zaruri olmayan sektörleri hiçbir zaman durdurmazken, yalnızca kafeler, restoranlar, spor salonları, kuaförler ve eğlence mekanları kapatıldı. Resmi rakamlara göre yaklaşık 3,2 milyon işçinin çalıştığı 150 bin dolayında küçük işyeri salgın sırasında faaliyetlerini durdurdu. Türkiye’de istihdam edilenlerin toplam sayısının 26 milyonun üstünde olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu sayı, toplamın küçük bir kısmını oluşturmaktadır.

Erdoğan, aynı basın toplantısında, hükümetin sınıf temelli bu politikasını şu sözlerle bir kez daha açıkça ortaya koydu: “Sanayicimize, ihracatçımıza, iş dünyamıza çarklarını çevirebileceği alan açmanın gayreti içindeyiz… Salgın sonrası siyasi ve ekonomik bakımdan yeniden şekillenecek küresel sistemde ülkemizi daha avantajlı bir konuma getirmeyi hedefliyoruz.”

Hükümet, bu politika doğrultusunda, Mart ayının sonlarına doğru, toplamda 100 milyar liralık bir şirket kurtarma paketini duyurmuş ve daha sonraki süreçte bunun 200 milyar liraya ulaştığını açıklamıştı. Bu kaynağın büyük kısmı, dünyanın her yerinde olduğu gibi, finans ve şirket seçkinlerine aktarıldı.

Bu habis ihmal politikasının sonucunda, Türkiye’de işçiler arasında doğrulanan COVID-19 vaka sayıları ülke ortalamasının yaklaşık üç katıdır. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) yayımladığı rapora göre, Nisan ayında en az 103 işçi COVID-19’dan hayatını kaybetti. Ayrıca 200’den fazla madencinin ve en az 120 posta emekçisinin hastalığa yakalandığı açıklandı.

Bu durum, ancak burjuva muhalefet partilerinin ve sendikaların suç ortaklığı ile mümkün olmuştur. Muhalefet yanlısı DİSK, 30 Mart’ta, tehlikeli koşullarda çalışmama hakkını kullanacağını ilan etmesine rağmen hiçbir grev çağrısında bulunmadı.

Hükümet yanlısı Türk-İş ile Hak-İş konfederasyonları ise, Perşembe günü Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) ile ortak bir açıklama yaparak, hükümetin salgın sırasında izlediği sermaye yanlısı politikayı alkışladılar. Hükümetin şirketler için daha fazla teşvik sağlamasını isteyen üç kurum, kısa çalışma ödeneğinin yılsonuna kadar uzatılmasını talep ettiler.

AKP kadar büyük sermaye yanlısı bir parti olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ise, sadece, “normalleşme” politikalarının egemen sınıf için uzun vadeli etkilerinden kaygı duyuyor. CHP Sözcüsü Fait Öztrak, Pazartesi günü yaptığı açıklamada bunu şu sözlerle ortaya koydu: “İkinci bir dalganın katlanılan tüm fedakârlıkları riske atmakla kalmayacağını; ekonomide duran çarkların dönmesini daha da geciktireceğini ve fırsatları kaçıracağımızı düşünüyoruz. Bunun can kaybının yanında nasıl bir gelir kaybına yol açabileceğini de görüyoruz.”

Hükümet ve burjuva muhalefet işçi sınıfını hedef tahtasına koyan bir politika konusunda hemfikir olmasına rağmen, Erdoğan hükümeti, CHP önderliğindeki muhalefete saldırılarını arttırarak işçiler arasında büyüyen toplumsal öfkeyi başka yöne çevirmeye uğraşıyor. 2016’daki başarısız askeri darbe girişimine atıfta bulunan hükümet, hiçbir kanıt olmadan muhalefeti bir darbe hazırlamakla suçlayarak halk desteğini kendi arkasına toplamaya çalışıyor.

Erdoğan’ın bu açıklamalarından sonra, Sevda Noyan adlı hükümet yanlısı bir yazar, katıldığı bir televizyon programında, bir ölüm listesinin olduğunu ve ailesinin 50 kişiyi öldürebileceğini ilan etti. Fatih Tezcan adlı bir başka gerici ise, “Karınızı, çocuklarınızı nasıl koruyacaksınız bizden?” diye soruyordu. Dahası, sosyal medyada, hükümet yanlısı birçok sağcı, kadın gazetecileri ve politikacıları açıkça tecavüzle tehdit etti.

Bu kampanyanın başlıca hedefi; CHP, diğer iflas etmiş kapitalist muhalefet partileri veya 15 Temmuz darbesini planlayan Washington ve Berlin’deki emperyalist güçler değil, işçiler arasında kapitalist sisteme karşı artan öfkedir.

Bu tehditler ciddi bir uyarı olarak görülmelidir. Türkiye’de ve dünya genelinde egemen sınıf, işçi sınıfına karşı şiddetli bir sınıf savaşına hazırlanıyor.

İşçiler, hükümetin salgın karşısında izlediği ölümcül politikaya karşı kendilerini savunmak için örgütlenmeliler. Pandemi sırasında zorunlu olmayan sektörlerde üretimi durdurmak, hâlâ çalışan işçilere güvenli çalışma koşulları sağlamak ve işçileri egemen sınıfın ve çetelerinin saldırılarına karşı koymaya hazırlamak için, fabrikalarda, işyerlerinde ve mahallelerde, sendikalardan ve burjuva partilerinden bağımsız taban komiteleri inşa edilmesi zorunludur.

Loading