David North
Rus Devrimi ve Tamamlanmamış Yirminci Yüzyıl

Sendikalar Neden Sosyalizme Düşmanlar?

Tartışmalı iki sorun

Marksist hareketin tarihinde, yüz yıldan uzun süren, olağanüstü kalıcı bir tartışma kaynağı olan iki siyasi konu ya da “sorun” bulunuyor. Bunlardan biri “ulusal sorun”, diğeri ise “sendikalar” sorunudur.

Bu sorunların kalıcılığının nedeni ve eğer varsa onlar arasındaki ilişki nedir? Ben, yanıtın modern işçi hareketinin ortaya çıktığı tarihsel koşulların incelenmesinde bulunacağını ileri sürüyorum. Burjuva ulus devlet, 18. ve 19. yüzyılların devrimci demokratik mücadelelerinden doğduğu haliyle, Avrupa ve Amerikan işçi sınıfının gelişmesi için ekonomik dürtü ve siyasi çerçeve sağlamıştı. Ulusal bütünleşme süreci, farklı biçimler altında ve farklı düzeylerde olmakla birlikte, işçi sınıfı için büyük önem taşıyan genel demokratik meseleler ile bağlantılıydı.

İşçi sınıfının ulusa yönelik tutumu son derece karmaşık, çelişkili ve kararsız bir nitelik taşıyordu. Öte yandan, işçi sınıfının sayısal ve niteliksel olarak büyümesi ve yaşam standartlarının iyileşmesi, genel olarak, ulus devletin sağlamlaşmasına ve ekonomik-endüstriyel gücünün genişlemesine bağlıydı. Aynı zamanda, işçi sınıfının ekonomik ve toplumsal mücadelelerinin gelişmesi, onu, son tahlilde burjuvazinin sınıfsal çıkarlarına hizmet eden ulus devlete düşman bir konuma yerleştiriyordu.

Ulusal sorunun Marksist hareket içindeki tartışmalı karakteri, asıl olarak, işçilerin burjuva ulus devlet ile ilişkisinin karmaşıklığından kaynaklanıyordu. Dünyanın hiçbir yerinde, kitlelerin, acısız ve organik biçimde, ulusal bilinçten uluslararası sosyalist bilince geçtiğine tanık olmadık. İnsanın yaşamında, gençlik yıllarının deneyimleri, onun yaşamının geri kalan kısmı üzerinde güçlü bir etkide bulunmaya devam eder. Benzeri bir durum, sınıfların toplumsal bilincinin tarihsel evriminde de gözlemlenir. İşçi sınıfının milliyetçiliğe olan tarihsel bağlılığı, onun ortaya çıktığı koşullar ve biçimlendiği dönemin mücadeleleri ile açıklanabilir. Toplumsal bilinç, toplumsal varlığın gerisinde kalır; daha tam olarak ifade edersek, son derece karmaşık ve çelişkili bir toplumsal varlığı, bilimsel biçimde, doğrudan ve derhal yansıtmaz. Aynı şekilde, milliyetçiliğin işçi hareketi üzerindeki etkisi, dünya ekonomisinin ulusal devlet üzerindeki üstünlüğünün ve sınıf mücadelesinin uluslararası karakterinin artmasıyla doğru orantılı şekilde ve aynı hızda gerilemez.

Ulusal baskının 20. yüzyılda devam etmesi, temel nedeni sosyoekonomik karakterde olsa bile, ulusal bilinç biçimlerini sağlamlaştırmıştır. Ancak ulusal basınçların gücüne rağmen, programlarını eski önyargılara ve köhne düşüncelere değil de toplumsal gerçekliğin bilimsel bir çözümlemesi üzerine dayandırmak, Marksistlerin sorumluluğudur. Siyasi programı kısa süreli taktik avantajlar uğruna egemen önyargılara uyarlamak, oportünizmin en yaygın özelliklerinden biridir. Oportünizm, ilkeli, tarihsel ve bilimsel değerlendirmeler yerine, pratik ve dönemsel hesaplardan hareket eder.

Üretimin küreselleşmesinin ulus devlet üzerindeki siyasi ve ekonomik etkilerini inkar eden oportünistler, bu tarihsel olarak zamanını doldurmuş siyasi biçime [ulus devlet], genel olarak, hiçbir şekilde sahip olmadığı ilerici bir güç atfederler. Bu yüzden onlar, dünyadaki her gerici şovenist hareketin sloganı haline gelmiş olduğu gerçeğine aldırmaksızın, ulusların kendi kaderini tayin etmesi talebini yüceltmekte ısrar ediyorlar.

Marksistler, ulus devleti geçersiz saymıyorlar. Ulus devlet, küresel gelişme ve üretici güçlerin bütünleşmesi açısından insan gelişmesinin önünde bir engel olarak durmakla birlikte, dünya politikasında güçlü bir etmen olmaya devam etmektedir. Sosyalist hareket, taktiklerini geliştirirken, bu gerçekliği yok saymaz. Ulus devlet burjuva toplumun temel siyasi ve ekonomik örgütlenme birimi olarak kaldığı ölçüde, tarihin bu noktasında, daha yerinde bir şekilde “ulusal problem” denilebilecek olan ulusal sorun varlığını sürdürür. Ama Marksist taktikler, ulus devletin tarihsel olarak zamanını doldurduğuna ilişkin bilimsel bir kavrayıştan hareket ederler. Troçkist hareket, Sosyalist Devrimin Dünya Partisi olarak Dördüncü Enternasyonal'in yol gösterici stratejisini, taktikleri aracılığıyla uygulamaya çalışır. Dördüncü Enternasyonal'in Uluslararası Komitesi'ni (DEUK) her türlü ulusal reformist ve oportünist gruptan ayırt eden şey, uluslararası stratejinin üstünlüğündeki bu ısrardır.

Bu ilkeli düşünceler, en az o kadar ısrarlı bir şekilde, bu çok eski proleter örgütlenme biçiminin işçi sınıfının sosyalizm uğruna devrimci mücadelelerinin gelişmesindeki rolü ile ilgili olan sendikalar sorunu konusunda da sergilenmektedir. Modern proletaryanın ortaya çıkması, ulus devletin tarihsel gelişmesi bağlamında gerçekleşmiştir. Onun örgütlenmesi ve faaliyetleri, ulus devlet çerçevesi içinde biçimlendi. Bu, özellikle, gelişmeleri ve başarıları büyük ölçüde, “kendi” ulus devletinin sanayi ve ticari başarılarına bağlı olan sendikalar için geçerliydi. Nasıl ki işçi sınıfının ulus devlet karşısındaki çelişik tavrının tarihsel nedenleri varsa, aynı şekilde, sendikaların sosyalizme yönelik kararsızlığının ve hatta düşmanlığının da köklü nesnel nedenleri vardır. Bu, sosyalist hareketin yüz yıldan uzun süredir üzerinde büyük çaba harcadığı bir sorundur.

Devrimci Marksist partiler ile sendikalar arasındaki ilişkilerde sık sık ortaya çıkacak olan sorunların ciddiyeti, onların ilk yıllarında, elbette, tam olarak öngörülemezdi. Marksistlerin sendikalara yönelik tutumu, kaçınılmaz olarak, dönemin koşullarını yansıtıyordu. 1998'deki sendikalar sorunu, 1847'deki gibi değildir. Geçtiğimiz 151 yıl içinde çok şey yaşanmış ve sosyalist hareket, sendikacılığı tanımak için yeterli fırsata sahip olmuştur. Sosyalist hareket, sendikaların doğası hakkında çok şey öğrenmiş durumda. Bununla birlikte, “sol” radikal basının sayfalarında, bu biriktirilmiş bilginin izine bile rastlanmamaktadır.

Sosyalist hareket, tarihinin büyük bölümünde, tutkuyla sendikaların peşinde koşmuştur. Ancak, o kadar kura ve flörte rağmen, bu romantik ilişki büyük ölçüde başarısız olmuştur. Çok sayıda sevgi ve ilgi açıklamasına karşın, sosyalist aşıklar, kendi arzularının nesneleri tarafından sıkça hiçe sayılmış ve hatta arkadan vurulmuştur. Sosyalistler, kendi sendikalarını kurmaya ve onlara kusursuz Marksist eğitim sağlamaya çabaladıklarında bile, çocukları, bunun karşılığını en kötü nankörlükle verdiler. Onlar, fırsatını bulur bulmaz, sosyalist büyüklerinin yüce ideallerini küçümseyerek reddetme ve kapitalizmin şehvet kazanında zevk alma eğiliminde oldular.

Sosyalistler sendikaların otoritesine boyun eğmeli mi?

İnsan, bu kadar başarısız deneyimden öğrenecek bir şeyler olduğunu düşünür. Oysa yaşlanan ve dişleri dökülmüş radikaller, aynı Boccaccio'nun hikayelerindeki yaşlı budalalar gibi, tekrar tekrar boynuzlanan eşi oynamaya fazlasıyla hevesliler. Günümüzdeki “sol” örgütler, hala, sosyalist hareketin sendikaların ihtiyaçlarını ve kaprislerini sadık bir şekilde karşılamak zorunda olduğunu iddia ediyorlar. Onlar, sosyalistlerin, sendikaları, işçi sınıfının toplumsal çıkarlarını en iyi biçimde temsil eden, mükemmel işçi örgütleri olarak kabul etmeleri gerektiğinde ısrar ediyorlar. Sendikaların, işçi sınıfının özgün ve tartışmasız önderliğini oluşturduğunu, onun yazgısının başlıca ve nihai belirleyicisi olduğunu ileri sürüyorlar. Onların gözünde, sendikaların işçi sınıfı üzerindeki otoritesine meydan okumak, sendikaların işçi sınıfı adına “doğal” konuşma hakkını sorgulamak, siyasi bir kutsallığa küfür anlamına gelmektedir. Bu radikaller, sendikaların, resmen önderlik etmeseler bile egemen olmadığı herhangi bir işçi hareketini düşünmenin mümkün olmadığını iddia ediyorlar. Onlara göre, sınıf mücadelesi, yalnızca sendikalar temelinde etkili bir şekilde verilebilir; nihayet, kitlesel bir sosyalist hareketin gelişmesine yönelik her türlü umut, sendikaların ya da onların en azından önemli bir kesiminin sosyalist bir perspektife “kazanılması”na bağlıdır.

Açıkça söylemek gerekirse, Uluslararası Komite, hem teorik çözümleme hem de tarihsel deneyim eliyle çürütülmüş olan bu iddiaların her birini reddetmektedir. Bizim siyasi karşıtlarımızın gözünde, sendikaların otoritesine boyun eğmeyi reddetmemiz, krala ihanet ile eşdeğerdir. Bu bizi rahatsız etmiyor ve bunun tek nedeni “sol”a, daha tam biçimde ifade edersek, küçük burjuva kamuoyuna karşı olmaya on yıllardır alışık olmamız değil. Biz bu “sol”un hırçın antipatisini, Uluslararası Komite'nin siyasi olarak doğru yolda olduğunun en kesin işareti olarak görüyoruz.

Radikallerin düşüncesi, sendikaların kitlesel üyeliklerinden dolayı “işçi örgütleri” olduğu biçimindeki çok önemli bir öncüle dayanmaktadır. Dolayısıyla, sendikaların otoritesine meydan okuyan kişi, tanım gereği, kendisini işçi sınıfının karşısında konumlandırıyordur. Bu öncülün sorunu, onun sendikaları içi boş, tarih dışı soyutlamalara indirgemesidir. Sendikaların çok sayıda üyeye sahip oldukları kuşkusuz doğru. Ama bu, ABD'deki “Elks” [Kanada Geyikleri: adını Kanada Geyiği'nden alan bir hayır kuruluşu – çev.], Masonlar, Savaş Gazileri ve Katolik Kilisesi gibi başka birçok örgüt için de geçerlidir.

Dahası, sendikaların büyük işçi sınıfı üyeliklerine yapılan bir gönderme, bu örgütlerin toplumsal bileşimlerine, özellikle de onların yönetici tabakasına –yani egemen bürokrasilerine– ilişkin daha dikkatli bir çözümlemenin alternatifi değildir. Sendikaların kitlesel üyeliklerinden, otomatik olarak, onların bu üyeler yararına davrandığı sonucu çıkmaz. Gerçekte, insan, sendikalar içinde, üye kitlesinin çıkarları ile yönetici bürokrasinin çıkarları arasında nesnel bir çatışma olup olmadığını ve sendikaların politikalarının ne ölçüde üyelerin değil de bürokrasinin çıkarlarını ifade ettiğini incelemek zorundadır.

Sendikaların “işçi örgütleri” olduğu kabullenilse bile, bu tanımın kullanılması siyasi bilgi dağarcığına pek bir şey katmaz. Nihayetinde, “İşçi örgütü ile kastedilen tam olarak nedir?” sorusunu yönelterek, sözcük oyununa devam edebiliriz. Buna “İşçilerin örgütü!” yanıtını vermek zor olurdu. Sendikaların gerçek doğasını anlamaya çalışırken sorulması gereken asıl soru, “Bu örgütlerin genel olarak sınıf mücadelesi ve özelinde de işçilerin kapitalist sömürüden kurtuluşu ile ilişkisi nedir?” olmalıdır.

Bu noktada, boş terminolojinin ötesine geçip, işçi sınıfının ve sosyalist hareketin mücadelelerinde sendikalar tarafından oynanan rolün dikkatli bir tarihsel çözümlemeye dayanan daha temel bir tanımlanmasını yapmaya yönelmemiz gerekir. Bu tür bir çözümlemenin amacı, aranan şeye bağlı olarak suç ya da başarı örnekleri vermek değil; bu toplumsal olgunun özünü, yani sendikaların işlemsel ve pratik ifadeleri oldukları faaliyetlerin ve politikaların altında yatan yasaları açığa çıkarmaktır.

Sendikalar işçi sınıfına neden ihanet ediyorlar?

Radikal karşıtlarımız böylesi bir çözümlemeye hiçbir zaman kalkışmıyor; bu yüzden, şu son derece temel ve apaçık soruya ciddi bir yanıt vermeye bile koyulamıyorlar: “Sendikalar, işçi sınıfının yaşam standartlarını yükseltmek bir yana, savunmakta bile neden böylesine rezil bir şekilde başarısız oldular?” Son çeyrek yüzyılda, yalnızca Amerika Birleşik Devletleri'nde değil ama tüm dünyada, işçi sınıfının toplumsal konumunda hızlı bir gerileme yaşandı. Sendikalar, sermayenin saldırılarına karşı işçi sınıfını savunma kapasitesine sahip değildi. Bu başarısızlık on yıllardır uluslararası düzeyde kanıtlanmış olduğuna göre, insanın kaçınılmaz bir şekilde bunun altında yatan nedenleri (hem sendikaların içinde var olduğu sosyoekonomik ortamı, hem de –daha önemlisi– bizzat sendikaların doğasını) araştırmaya yönelmesi gerekir. Başka sözcüklerle ifade edersek, varsayalım ki ortam 1973'ten sonra aniden düşman bir hale geldi. Peki, sendikaları bu değişimin karşısında böylesi kırılgan hale getiren ve yeni koşullara uyarlanmalarını böylesi engelleyen şey neydi?

Gelin, Spartakist Birliği’nin bu soruna yönelik yanıtını değerlendirelim. Spartakistler, Sosyalist Eşitlik Partisi'ne yönelik şiddetli suçlamaları sırasında (bu, gazetelerinin dört sayısında yer alan ve büyük bölümü küfürlü sıfatlardan ve nitelemelerden ibaret binlerce sözcükten oluşan bir suçlamaydı), ısrarlı bir şekilde, sendikaların başarısızlığının nesnel bir nedeni olduğunu reddediyorlar. Onlara göre, her şey, “AFL-CIO'daki yanlış yönlendiricilerin bozguncu ve hain politikaları” ile açıklanabilir. Bundan daha bayağı bir açıklama hayal etmek güç. Benzer bir şekilde, bir paleontolog, bize, dinazorların artık yaşamak istemedikleri için ortadan kalktığını açıklayabilir! Spartakistler, AFL-CIO önderliğindeki dinozorların neden “bozguncu ve hain politikalar” izlemeye karar verdiklerini açıklamıyorlar. Bunun nedeni, basitçe, onların kötü insanlar olmaları mıydı? Eğer onlar kötü insanlar idiyse, neden, yalnızca Amerika'da değil ama dünyanın dört bir yanında, sendikaların önderliklerinde bu kadar çok sayıda kötü insan bulunuyordu? Sendikaların doğasında, bu kadar çok sayıda kötü insanı, sonradan “bozguncu ve hain politikalar” uygulamak üzere kendisine çeken herhangi bir şey mi var? Bir başka soru daha sorabiliriz: “Spartakist Birliği'ni, kendilerini sözde temsil ettikleri işçilere ihanet etmeye ve onları yenilgiye uğratmaya adamış bu kadar çok sayıda kötü insanı kendine çeken örgütleri böylesine coşkulu bir şekilde desteklemeye teşvik eden ne?”

Öznel yaklaşımın sorunu, yalnızca gerçekten zor olan bütün sorunlarla uğraşmayı engellemesi değildir. Bu yaklaşım, Spartakist Birliği'nin ve diğer radikal grupların, “yanlış yönlendiriciler”e yönelik sözel saldırılarına karşın, onların yeniden iyileştirilmesi olasılığını açık tutmasına; bu temelde, işçi sınıfının sendikalara ve nihayetinde aynı yanlış yönlendiricilere olan tabiyetini onaylamasına izin vermektedir.

Bu perspektif, daha önce Militan Eğilimi olarak bilinen Britanya Sosyalist Partisi'nin başlıca önderi Peter Taaffe tarafından yazılmış bir makalede dile getirildi. [1] Bay Taaffe'nin sendika bürokrasisine bağımlılığını radikal sözlerle süsleme çabası, inandırıcı olmaktan çok, komik bir etki yaratmaktadır. O, yazısına, sendika yetkililerinin işçi sınıfına yönelik özellikle berbat ihanetlere karıştığı ülkelerin kısa bir listesini sunarak başlıyor. Taaffe, Casablanca'daki polis şefi Louis gibi, kendisinin her yanında, bürokrasiden cebine siyasi rüşvetler sıkıştırılırken bile gözlemlediği yolsuzluk karşısında son derece şaşkına dönüyor. Taaffe bize, İsveçli sendika yöneticilerinin rolünün “rezilce” olduğunu anlatıyor. Belçikalı bürokratların tavrı “utanmaz ve aleni”ymiş. “Rezil” ihanet “oyunu”na İrlandalı önderler de dahilmiş. Taaffe, Britanya'daki işçiler “sağcı önderlerin acizliğinin ağır bedelini ödediler,” diyor. Ayrıca, üzüntülü bir biçimde, Brezilya'daki, Yunanistan'daki ve ABD'deki sendika önderlerinin teslimiyetinden söz ediyor.

Ancak Taaffe'ye göre, sendikalar sorunu, yalnızca, kapitalist piyasayı kabul etme biçimindeki yanlış ideolojiden mustarip yetersiz önderler sorunudur. Örgütler aslında sağlıklıdır. Taaffe, kendisini Troçki'ye dayandıran, sendikaların ihanetinin temel bir gelişme eğiliminin ifadesi olduğunda ısrar eden “küçük sol gruplar”ı (Uluslararası Komite'nin şubelerini kastediyor) eleştiriyor. Taaffe'ye göre, bu “tek yanlı” yaklaşım, sağcı sendika önderlerinin, “tabanın, canlanmış ve savaş durumuna geçmiş bir işçi sınıfının basıncı altında devletten kopmaya zorlanıp muhalif bir işçi sınıfı hareketinin başına geçme” [2] olasılığını fark edemiyormuş.

Bu yüzden, Taaffe, Britanya'da ve başka yerlerde “bir sonraki dönemin asıl eğilimi”nin işçilerin “sendikaları onlar adına mücadeleye zorlama” eğilimi olacağını yazıyor. İşçi sınıfının yazgısı, “sendikaların yenilenmesi”ne bağlı. [3]

Benzeri bir sav, artık ölmüş olan İşçilerin Devrimci Partisi'nin (WRP) bir hizbi tarafından ileri sürülüyor. Bu hizip, sendikaların egemenliğine karşı işçi sınıfının yeni örgütlenme biçimlerini geliştirmeye yönelik her türlü mücadelenin, ne pahasına olursa olsun önlenmesi gerektiğinde ısrar ediyor. “Sendika önderlerinin devletle işbirliği içinde olduğu [yattığı] ve alternatif örgütlenmelerin inşa edilmesi ve birleştirilmesi gerektiği biçimindeki soyut önermeden hareket eden her türlü basit tabancılık, yeni durumu kavramada bütünüyle yetersiz kalacaktır.” [4]

Britanya'daki ya da başka yerlerdeki sendika yöneticilerinin gece kaçamakları konusunda herhangi bir özel bilgiye sahip değilim ama onların oportünizmi hiç de “soyut önerme” değildir. Tersine, sendika yöneticilerinin haince hizmetleri, işverenler ve devlet tarafından günlük olarak teklif ediliyor ve teklifte bulunanlar çok seyrek olarak hayal kırıklığı yaşıyorlar.

Sendikaların olası kurtarılmasına ilişkin beklentilerin inandırıcılığı, egemen bürokrasilerin özelliklerinin ve niteliklerinin nesnel toplumsal özelliklerin ve süreçlerin dışavurumları olduğu kavrandığında çok daha azalır. Sendika önderlerine yönelik suçlamalar, sendikacılığın doğasına ilişkin bir çözümlemenin yerini almadıkları ölçüde hoş görülebilir, hatta gereklidir.

Bu yüzden, bizim amacımız, sendikacılığın, işçi hareketinin bu özgün biçiminin gelişmesindeki kritik aşamaların tarihsel bir değerlendirmesi üzerine kurulu bir çözümlemesine girişmektir. Sosyalist hareket, en az 150 yıllık bir dönem boyunca, devasa bir tarihsel deneyim biriktirmiştir. Bu deneyim, onun, dünyanın sendikacılık konusundaki en büyük ve en kederli uzmanı olma iddiasını haklı kılmaktadır.

Biz, sendikacılığın asla olmaması gereken bir tür tarihsel yanlışı temsil ettiğini iddia etmiyoruz. Sendikacılık gibi yaygın bir olgunun kapitalist toplumun sosyoekonomik yapısında derin kökleri olduğunu yadsımak komik olurdu. Sendikacılık ile sınıf mücadelesi arasında kesinlikle belirli bir bağlantı vardır ama yalnızca, işçilerin sendikalarda örgütlenmesinin, dürtüsünü işverenlerin ve işçilerin maddi çıkarları arasındaki belirli bir çatışmanın varlığından aldığı anlamında. Bu nesnel gerçeklikten, hiçbir şekilde, toplumsal olarak belirlenmiş özgün bir örgütsel biçim olarak sendikaların –tarihsel anlamda varlıklarını borçlu oldukları– sınıf mücadelesi ile özdeş olduğu ya da onu ilerlettiği sonucu çıkmaz. Tersine, tarih, onların, kendilerini daha çok sınıf mücadelesini bastırmaya adamış olduklarını gösteren çok güçlü kanıtlar sunmaktadır.

Sendikaların sınıf mücadelesini bastırma eğilimi, en yoğun ve gelişkin ifadesini, onların sosyalist harekete yönelik tavrında bulmaktadır. Özellikle de sosyalistler için, sendikaların kapitalizme karşı mücadelede, kaçınılmaz olmak şöyle dursun, güvenilir bir müttefik olduğunu düşünmekten daha trajik bir yanılsama yoktur. Sendikaların yapısal gelişmesi sosyalizm yönünde değil, ona karşıt biçimde ilerler. Ortaya çıkış koşulları ne olursa olsun, yani şu ya da bu ülkedeki varlıklarını devrimci sosyalistlerin etkisine ve önderliğine borçlu olsalar bile, sendikaların gelişmesi ve güçlenmesi, her durumda, sosyalist vesayete ilişkin bir kızgınlığı ve ondan kurtulmaya yönelik kararlı çabaları beraberinde getirmiştir. Sendikacılığa ilişkin bilimsel bir kavrayışa ulaşmak, yalnızca bu eğilimin açıklanmasıyla mümkündür.

Toplumsal bir biçim olarak sendikalar

Akılda tutulması gerekir ki biz, sendikacılığı incelerken belirli bir toplumsal biçim ile ilgileniyoruz. Bununla, bir tür geçici, rastlantısal ve biçimsiz bir bireyler toplamını değil; sınıflar içinde örgütlenmiş insanlar arasında, belirli özgün üretim ilişkilerinden kaynaklanan tarihsel olarak gelişmiş bir ilişkiyi kastediyoruz. Bizzat biçimin doğası üzerine derinlemesine düşünmek de önemlidir. Hepimiz, biçim ile içerik arasında bir ilişki olduğunu biliyoruz ama bu ilişki, genellikle, sanki biçim yalnızca içeriğin ifadesiymiş gibi düşünülür. Bu bakış açıdan hareketle, toplumsal biçim, üzerinde yükseldiği ilişkilerin yalnızca dışsal, yapay ve son derece uysal bir ifadesi olarak canlandırılabilir. Ama toplumsal biçimler, daha derin anlamda, tarihsel süreçteki dinamik unsurlar olarak anlaşılır. “İçerik biçimlendi” demek, içeriğin, ifadesi olduğu belirli nitelikleri ve özellikleri açığa vurduğu anlamına gelir. İçerik, biçim dolayımıyla var olur ve gelişir.

Bu dolambaçlı ifadenin amacını açıklığa kavuşturmak için, Kapital'in birinci cildinin ilk bölümündeki ünlü paragrafa gönderme yaparak, felsefi kategoriler ve soyutlamalar alanına girebiliriz. Marx, söz konusu paragrafta şu soruyu sorar: “O halde, emeğin ürününün, emtia biçimini alır almaz edindiği gizemli karakteri nereden kaynaklanıyor? Açık ki, bizzat bu biçiminden.”[5] Yani, emeğin ürünü bir meta biçimini aldığında (yalnızca belirli bir toplumsal gelişme aşamasında ortaya çıkan bir dönüşüm), daha önce sahip olmadığı, özgün, fetişist bir nitelik edinir. Ürünler piyasada değiş tokuş edilir edilmez, bizzat metaların ürünü olduğu insanlar arasındaki gerçek toplumsal ilişkiler, şeyler arası bir ilişki görünümü edinirler. Emeğin bir ürünü, bir emek ürünüdür ama yeni üretim ilişkileri çerçevesinde bir meta biçimi edinir edinmez, yeni toplumsal özellikler edinir.

Benzer biçimde, bir grup işçi, bir grup işçidir. Ancak o grup, bir sendika biçimini aldığında, o biçim dolayımıyla, işçilerin kaçınılmaz biçimde tabi olduğu yeni ve bütünüyle farklı toplumsal özellikler edinir. Bu tam olarak ne anlama geliyor? Sendikalar, işçileri, bir metanın, emek gücünün satıcısı gibi son derece belirgin bir sosyoekonomik rol içinde temsil ederler. Kapitalist üretim ilişkileri ve mülkiyet biçimleri temelinde yükselen sendikalar, bu meta için, geçerli piyasa koşulları altında elde edilebilecek en iyi fiyatı sağlamaya çalışırlar.

Sendikaların “esas amacı” olarak teorik kavramlarla betimlediğim şey ile onların gerçek yaşamdaki faaliyetleri arasında, elbette, büyük bir farklılık var. Pratik gerçeklik (işçi sınıfının en doğrudan çıkarlarının her gün satılması), teorik olarak kavranan “kural”a çok az uyar. Teorik kavrayışla çelişmeyen bu farklılık, sendikaların sosyoekonomik işlevinin ürünüdür. Kapitalist üretim ilişkilerine dayanan sendikalar, doğaları gereği, sınıf mücadelesine yönelik düşmanca bir tutum benimsemek zorundadırlar. Çabalarını, işverenlerle, emek gücünün fiyatını sabitleyen ve işçilerden artı değerin çıkarılacağı koşulları belirleyen anlaşmalar sağlamaya yönlendiren sendikalar, üyelerinin, emek güçlerini, üzerinde anlaşılmış sözleşmelerin koşullarına uygun şekilde sağlamasını güvence altına almakla yükümlüdürler. Gramsci'nin belirtmiş olduğu gibi, “Sendikalar yasallığı temsil ederler ve üyelerinin bu yasallığa saygı duymasını sağlamayı amaçlamak zorundadırlar.”

Yasallığın savunusu, sınıf mücadelesinin bastırılması demektir. Bu yüzden sendikalar, sonuçta, resmi olarak adanmış oldukları sınırlı hedeflere ulaşma yeteneklerinin bile altını oyarlar. Sendikaların üzerinde debelenip durduğu çelişki burada yatmaktadır. Sendikalar ile devrimci hareket arasındaki çatışma, asıl olarak sendika önderlerinin bolca bulunan hatalarından ya da başarısızlıklarından değil; bizzat sendikaların doğasından kaynaklanır. Bu çatışmanın merkezinde, sendikaların sınıf mücadelesinin gelişmesine ve yayılmasına yönelik yapısal muhalefeti yatmaktadır. Bu muhalefet, sınıf mücadelesinin kapitalist üretim ilişkilerini; yani bizzat sendikacılığın sosyoekonomik temellerini tehdit etmeye başladığı noktada, her zamankinden daha kararlı, sert ve ölesiye bir hal alır.

Dahası, bu muhalefet, işçi sınıfını emek gücünün satıcısı olarak sınırlı rolüyle değil ama kapitalizmin üretim ilişkilerinin devrimci karşıt tezi olarak tarihsel yeteneğiyle temsil eden sosyalist hareket üzerinde odaklanmıştır.

Sendikacılığın bu iki son derece önemli yanı (sınıf mücadelesini bastırma eğilimi ve sosyalist harekete düşmanlığı), tarihsel kayıtlarla kesin olarak kanıtlanmıştır. Bu bakımdan, İngiltere'deki ve Almanya'daki sendikal hareket, bize önemli dersler ve kavrayış kazandırır.

İngiltere'de sendikacılık

İngiltere, yaygın bir şekilde, modern sendikacılığın, işçi sınıfının bu örgütlenme biçimi dolayımıyla önemli kazanımlar elde ettiği vatanı olarak görülür. Aslında, sendikaların 1880'lerde ve 1890'larda İngiltere'de bulunduğu sırada Eduard Bernstein üzerindeki etkisi de buydu. Britanya sendikacılığının varsayılan başarıları, Bernstein'ı, işçi sınıfının ilerlemesindeki ve toplumun aşamalı olarak sosyalist çizgide dönüşümündeki belirleyici etmenin, devrimci hareketin siyasi çabaları değil ama bu örgütlerin ekonomik mücadeleleri olduğuna inandırmıştı.

Küçük burjuva radikallerin günümüzde söyledikleri her şey, modern revizyonizmin kurucusu tarafından yüz yıl önce öngörülmüştü. Onların savlarının 100 yaşında olması gerçeği, bir başına onları geçersizleştirmiyor. Nihayetinde, kullandığım savların da 100 yaşında olduğunu ben de rahatlıkla kabul ediyorum (örneğin, Rosa Luxemburg'un Bernstein'a karşı yönelttiği savlar). Ancak, yeni Bernsteincıların savları çürütülürken, bunlar, geçtiğimiz yüzyıl boyunca doğrulanmış olmanın avantajına sahiptir. Aslına bakarsanız, Bernstein'ın çağdaş eleştirmenleri, onun Britanya sendikacılığının kazanımlarına ilişkin değerlendirmesinin fazlasıyla abartılı olduğunu belirtmişlerdi. Gerçekte, işçi hareketi içinde 1850'lerden başlayarak egemen bir rol edinen sendikacılığın hüküm sürmesi, Britanya işçi sınıfının büyük devrimci siyasi hareketi Çartizmin yenilgisini izleyen siyasi yozlaşmanın ve entelektüel durgunluğun bir ifadesiydi. Çartist hareket, Fransız Devrimi'ni izleyen on yıllarda işçi sınıfının geniş kesimlerini etkilemiş olan siyasi, kültürel ve entelektüel kaynamanın doruk noktasını ifade ediyordu. Çartizmin en saygın önderlerinden biri olan Thomas Cooper, hareketin 1848-49'daki nihai yenilgisinden yıllar sonra, eski hareketin devrimci ruhunu, sendikalar tarafından geliştirilmiş durgun, küçük burjuva bakış açısı ile karşılaştırmıştı. Cooper, kendi yaşam öyküsünde şunları yazdı:

Bizim eski Çartist dönemimizde, Lancashire işçilerinin binlercesinin paçavralar içinde olduğu ve çoğunun, sıkça yiyecek bir şey bulamadığı doğru. Ama onların zekası, gittiğiniz her yerde görülüyordu. Onları, her yetişkin, aklı başında insanın, yönetileceği yasaları yapacak insanları seçmek üzere oy kullanabildiği büyük siyasi adalet öğretisini tartışan gruplar halinde ya da sosyalizm öğretileri konusunda son derece ciddi tartışma içinde görürdünüz. Artık Lancashire'da gruplar yok. Ama elleri ceplerinde, kooperatifler ve oralardaki hisseleri hakkında konuşan ya da topluluklar oluşturan iyi giyimli işçileri duyacaksınız. [6]

Sendikalar ile birlikte, orta sınıf saygınlığı için can atan ve sınıf uzlaşmacılığına ilişkin yeni İncil'i vaaz eden yeni türde bir işçi önderi ortaya çıktı ve eski devrimci Çartistlerin yerini aldı. Sosyalist bir Çartizm tarihçisi olan Theodore Rothstein'ın yazdığı gibi:

Yalnızca birkaç yıl önce kapitalist toplumun temellerini sarsan ve yüz binlerce fabrika işçisi tarafından izlenen büyük yetenek, mizaç ve bilgi sahibi insanlar, artık bilinmezlik içinde hareket eden, çoğunluk tarafından yanlış anlaşılan, sadece az sayıda seçkinin anladığı yalnız insanlardı. Yerlerini, zekalarının, yeteneklerinin ve kişiliklerinin zerresine bile sahip olmayan; aynı yüz binlerce işçiyi, sığ “kuruşlarla ilgilenme” ve bu konuda işverenler ile anlaşma gereğine ilişkin yeni İncil yoluyla kendine çeken yeni insanlar aldı. [7]

Sendikacılığa gelince; Rothstein, şu değerlendirmeyi yapıyordu:

Bu bakış açısının ayırt edici özelliği, kapitalist toplumun kabul edilmesiydi. Bu kabul, ifadesini, siyasi eylemin reddedilmesinde ve işverenler ile işçi sınıfı arasında çıkarların uyumuna ilişkin bayağı politik ekonomi öğretilerinin onaylanmasında buluyordu. [8]

Sendikacılığın savunucuları, Britanyalı işçilerin siyasi eylemden geri çekilmesinin, sınıfın enerjisini, ekonomik mücadele yoluyla elde edilen daha umut verici olanaklar üzerinde yoğunlaştırması için gerekli olduğunu iddia ediyorlardı. Bu teori, sendikacılığın yükselmesinin, ekonomik mücadelelerin yoğunlaşması ile değil; işçi sınıfının yeni önderlerinin onları genel olarak reddetmesi ile ilişkili olduğu gerçeği eliyle çürütülmüştür. 1870'lerin başları ile 1890'ların ortası arasında, sendikacılığın İngiltere'deki en parlak günlerinde, işçilerin ücretleri hiç artmadı. Sendikacılığın bu dönem boyunca saygınlığını yitirmemiş olması, un, patates, ekmek, et, çay, şeker ve tereyağı gibi temel malların fiyatlarında büyük bir düşüşün yaşanması olgusuyla açıklanabilir.

Devrimci duyguların işçiler arasında yaygın olduğu 19. yüzyılın ilk on yıllarında, İngiliz burjuvazisi, işçilerin birleşmeye yönelik tüm eğilimlerine sert bir şekilde direnmişti. Ama yüzyılın sonuna gelindiğinde, burjuvazi, sendikaların kapitalizmin istikrarını sağlamaya yönelik hizmetini –özellikle de işçi sınıfı içinde sosyalist eğilimlerin yeniden doğmasını engelleme işlevini– takdir etmeye başladı. Alman burjuva ekonomist Brentano'nun yazdığı gibi, eğer sendikalar İngiltere'de başarısız olursa, bu, “kesinlikle işverenlerin zaferi anlamına gelmeyecekti. Bu, devrimci eğilimlerin tüm dünyada güçlenmesi anlamına gelecekti. Bu güne kadar ciddi bir öneme sahip devrimci bir işçi partisinin yokluğuyla övünen İngiltere, bundan böyle, bu konuda Kıta ile yarışacaktı.” [9]

Marx ve Engels, sendikacılığın yükseliş döneminde, devrimci sürgünler olarak İngiltere'de yaşıyorlardı. Onlar, daha İngiltere'ye varmadan önce, işçi sınıfının işverenlerin ücretleri düşürme çabalarına yanıtı olarak sendikacılığın önemini kavramışlardı. Marx, ücretlerdeki artışların yalnızca fiyatlarda artışa yol açacağı gerekçesiyle sendikaların ve grevlerin yararını reddeden küçük burjuva teorisyen Pierre-Joseph Proudhon'a karşı çıkarken, onların [sendikaların ve grevlerin] işçi sınıfının yaşam standartlarını savunma mücadelesinin gerekli bileşenlerini oluşturduğunu vurgulamıştı.

Marx, Proudhon'un düşüncelerine yönelik eleştirisinde kesinlikle haklıydı ama bu ilk dönem yazıların, bizzat sendikaların henüz kundakta oldukları bir dönemde üretilmiş olduğunu akılda tutmak gerekiyor. İşçi sınıfının bu örgütsel biçimlerle olan deneyimi son derece sınırlıydı. O zamanlar, sendikaların henüz güçlü devrimci mücadele araçlarına ya da en azından bu tür araçların doğrudan öncüllerine dönüşme olasılığı da dışlanamazdı. Bu umut, Marx'ın “örgütlenmenin merkezleri” olarak sendikaların, işçi sınıfı için, “ortaçağ belediyelerinin ve komünlerinin orta sınıf için oynadığına” [10] benzer bir rol oynuyor olduğuna ilişkin 1866'daki gözleminde ifade edildi.

Bununla birlikte, Marx, o zaman bile, “Sendikalar henüz bizzat ücretli kölelik sistemine karşı hareket etme güçlerini tam olarak anlamış değiller,” kaygısını taşıyordu. Ancak onlar, bu yönde ilerlemek zorundaydılar:

Sendikalar, özgün amaçlarından ayrı olarak, artık, tasarlanmış bir şekilde, işçi sınıfının daha genel tam kurtuluşu yararına örgütlenme merkezleri olarak davranmayı öğrenmek zorundalar. Bu eğilimi sergileyen her toplumsal ve siyasi harekete yardımcı olmalılar. Kendilerini bütün işçi sınıfının savunucuları ve temsilcileri olarak gören ve buna göre davranan sendikalar, kendilerine üye olmayanları saflarına katmamazlık edemezler. Olağandışı koşullar eliyle güçsüzleştirilmiş tarım işçileri gibi en kötü ücret ödenen mesleklerin çıkarlarını dikkatle gözetmelidirler. Sendikalar, çabalarının dar ve bencil olmayıp, ezilen milyonların kurtuluşunu amaçladığı konusunda genel olarak dünyayı ikna etmek zorundalar. [11]

Marx, sendikalara sosyalist bir yönelim kazandırmaya çalışıyordu. İşçileri, sendikaların giriştiği mücadelelerin önemini “abartmamaları” konusunda uyardı. Sendikalar, en fazlasından, “etkilerin nedenleri ile değil ama etkilerle mücadele ediyor; aşağıya doğru hareketi geciktiriyor; hastalığı tedavi etmiyor, hafifletici çözümler uyguluyorlar”dı. Sendikaların işçilerin sefaletinin nedeni olan sisteme karşı mücadeleye girişmesi gerekiyordu ve Marx, bu yüzden, sendikaların tutucu “Adil bir çalışma günü için adil bir ücret” sloganından vazgeçmesini ve onun yerine, “Ücret sisteminin kaldırılması” devrimci talebini geçirmelerini önerdi. [12]

Ancak Marx'ın önerisi pek bir etki yaratmadı ve 1870'lerin sonlarına gelindiğinde, Marx ile Engels'in sendikacılık konusundaki gözlemleri, çok daha eleştirel bir karakter edindi. Artık burjuva ekonomistler sendikalara yönelik daha fazla sempati dile getirirken, Marx ve Engels, önceki onaylarını değiştirme çabasına giriştiler. Marx ve Engels, kendi yaklaşımlarını, sendikalara yönelik coşkusu onlara göre “ücretli köleleri memnun ücretli köleler haline getirme” [13] arzusundan kaynaklanan Lujo Brentano gibi burjuva düşünürlerinkilerden ayırt ettiler.

1879'a gelindiğinde, Engels'in sendikacılık konusundaki yazılarında belirgin bir iğrenme duygusu ayırt edilebiliyordu. O, sendikaların siyasi eylemi yasaklayan ve böylece “işçi sınıfının bir sınıf olarak herhangi bir genel etkinliğe katılmasını” engelleyen tüzükler uyguladıklarını belirtti. Engels, Bernstein'a yazdığı 17 Haziran 1879 tarihli bir mektupta, sendikaların işçi sınıfını bir açmaza sürüklediğinden yakınıyordu:

Şu anda burada, kıtada taşıdığı anlamda gerçek bir işçi hareketinin olmadığı gerçeğini gizlemeye yönelik hiçbir girişimde bulunulmamalı. Dolayısıyla, şimdilik SENDİKALARIN burada yapıp ettikleri üzerine haberler almamakla pek bir şey kaçıracağını düşünmüyorum. [14]

Engels, altı yıl sonra yazdığı ve 1885 yılı İngiltere'sini 1845'teki ile karşılaştırdığı bir makalede, sendikalar tarafından oynanan tutucu role yönelik aşağılamasını gizlemeye kalkışmadı. İşçi sınıfı içinde bir aristokrasi oluşturan sendikalar, kendileri için rahat bir konumu sağlama almak için işverenler ile en dostça ilişkiler geliştiriyorlardı. Engels, iğneleyici bir alayla, sendikacılar, “bu günlerde, özelinde her duyarlı kapitalist, genel olarak da tüm kapitalist sınıf için muhatap alınacak son derece hoş insanlar,” diye yazdı. [15]

Sendikalar, “şimdi içinde yaşadıkları sefil durum ve güvencesizlik, eğer daha düşük değilse her zamanki kadar düşük olan” büyük işçi sınıfı kitlesini görmezden geliyordu.

Londra'nın Doğu Yakası, işsiz olunduğunda sürekli yayılan kalıcı bir sefalet, perişanlık ve açlık havuzu; işteyken ise fiziksel ve ahlaki yozlaşma merkezidir. [16]

Engels'in umutları, işçi sınıfının daha fazla sömürülen kesimleri içinde yeni bir militan sendikacılık hareketinin gelişmesiyle, 1880'lerin sonlarına doğru canlanacaktı. Aralarında Eleanor Marx'ın da bulunduğu sosyalistler, bu yeni hareketin içinde aktiftiler. Engels, bu gelişmeleri coşkuyla karşıladı ve büyük bir memnuniyetle şunları yazdı:

Niteliksiz erkeklerin ve kadınların bu yeni sendikaları, işçi sınıfı aristokrasisinin eski örgütlerinden bütünüyle farklılar ve aynı tutucu yöntemlere maruz kalamazlar… Onlar bütünüyle farklı koşullar altında örgütleniyorlar; aynı zamanda, bütün önde gelen erkekler ve kadınlar sosyalistler ve sosyalist ajitatörler. Onlarda, buradaki hareketin gerçek başlangıcını görüyorum. [17]

Ama bu “yeni” sendikaların eskileri ile aynı tutucu eğilimleri sergilemeye başlaması uzun sürmedi. Bu, bizim sendikaların çözümlenmesi konusunda son derece önemli gördüğümüz teorik kavrayışın (bu örgütlerin karakterinin, işçilerin oralarda örgütlenmiş belirli kesimlerinin toplumsal konumu ve durumu eliyle belirlenmediği düşüncesinin) ilk doğrulanmasıydı. Bunlar, en fazlasından, sendika politikasının kimi ikincil yanlarını etkileyen, belki kimi sendikaları ortalamanın az çok üstünde militan kılan etmenlerdir. Yapısı son tahlilde kapitalizmin toplumsal ve üretim ilişkilerinden (ve eklemek gerekir ki ulus devlet çerçevesinden) kaynaklanan ve onun içine yerleşik olan sendikal biçim, “içeriği”nin (işçi sınıfı üyelerinin) yönelimini belirleyen kesin bir etki uygular.

Alman sosyal demokrasisi ve sendikalar

Kıtada, özellikle de Almanya'da, sendikacılık ile yaşanan bu ilk deneyimlerin teorik dersleri çıkartılıyordu. Alman sosyalistleri, İngiliz sendikalarını, sosyalizmin öncüleri değil; burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki siyasi ve ideolojik egemenliğinin örgütsel ifadesi olarak görüyorlardı. Bu eleştirel tutum, yalnızca teorik kavrayıştan kaynaklanmıyor; aynı zamanda, işçi hareketi içinde, Marksist parti ile sendikalar arasındaki son derece farklı bir güçler ilişkisini de yansıtıyordu. Almanya'da, kitlesel bir işçi hareketinin gelişmesine yönelik itki sendikalar değil; 1878-1890 yılları arasında (Bismarck'ın Sosyalist Karşıtı Yasalar'ı döneminde) işçi sınıfının önderliği olarak siyasi saygınlığını sağlamlaştırmayı başarmış olan Sosyal Demokrat Parti (SPD) tarafından sağlanmıştı. SPD'nin girişimiyle, asıl olarak sosyalist hareketin üye edinme kurumları işlevini gören “özgür” sendikalar kurulmuştu.

Önder kadrolarını ve siyasi kavrayışlarını aldıkları SPD tarafından desteklenen sendikalar, 1890'larda büyümeye başladılar. Uzun sanayi durgunluğunun yavaşlatıcı etkileri, onların üye sayılarını 1893'e kadar sınırladı. Sosyal Demokrat seçmenlerin sendika üyelerine oranı, sekize birdi. Yine de, SPD içinde, sendikaların işçi sınıfı içinde parti ile rekabete girmeye çalışabileceği kaygısı ifade ediliyordu. Bu, önderleri Carl Legien'in 1893'te Köln'de toplanan parti kongresinde “partinin üye kayıt okulları” olarak tanımladığı sendikalar tarafından şiddetle reddedildi.

Bununla birlikte, sanayideki krizin 1895'te sona ermesiyle birlikte, Alman sendikaları hızla büyümeye başladı ve değişen güçler ilişkisi, parti ile sendikalar arasındaki gerilimi arttırdı. 1900 yılına gelindiğinde, sendikaların üye sayısı 600.000'e çıkmıştı. Dört yıl sonra bu rakam bir milyona ulaştı. SPD seçmenlerinin sendika üyelerine oranı azalırken, SPD'nin sendikacıların oylarına olan bağımlılığı çarpıcı bir şekilde arttı.

Sendika önderleri, revizyonizm bayrağını ilk açtığı zaman Bernstein'a herhangi bir siyasi destek vermekten sakınmalarına karşın, onun teorilerinin, yalnızca, Alman sosyalist hareketinin yönünü, işçi hareketinin ekseni olarak devrimci siyasi partinin yerini reformist sendikaların alacağı İngiliz çizgisine doğru değiştireceği, partili çevrelerde yaygın biçimde anlaşılmıştı.

Sosyal Demokrasinin başlıca teorisyenleri, Bernstein'a karşı çıkarken, onun sendikaları sosyalist hareketin vazgeçilmez kaleleri olarak gösterme çabasına özel önem verdiler. Bu mücadelenin başını, elbette, Rosa Luxemburg çekiyordu. Onun bu konudaki en önemli eseri, Bernstein'ın, sendikaların çabalarının kapitalizmin sömürücü mekanizmalarını bilfiil etkisizleştirdiği ve toplumun, aşamalı da olsa, sosyalizasyonuna öncülük ettiği iddiasını paramparça ettiği Reform mu, Devrim mi? idi. Luxemburg, bunun bütünüyle asılsız olduğunda ısrar etti. Sendikacılık sınıf sömürüsünün ortadan kaldırılmasına yol açmıyor; proletaryanın, kapitalizmin sömürücü yapısı çerçevesinde, ücret biçiminde, piyasanın izin vereceği en iyi fiyatı almasını sağlamaya çalışıyordu.

Sendikaların çabalarıyla, artan işçi ücretleri açısından elde edilebilecek şeyler, piyasanın dalgalanması ve kapitalist gelişmenin genel dinamikleri eliyle sınırlanmıştı. Luxemburg, kapitalist toplumun “sendikaların muzaffer gelişmesiyle damgalanan bir çağa değil ama işçi sendikalarının zorluklarının artacağı bir döneme doğru” ilerlediği uyarısında bulundu. [18] Dolayısıyla, sendikalar, ne tür geçici kazanımlar elde ederlerse etsinler, faaliyetleri kapitalist sistem tarafından oluşturulmuş sınırlar içinde yerleşik kaldığı ölçüde, “Sisifos'un işi” [19] ile uğraşıyorlardı. Sendika önderleri, sendikaların faaliyetlerine ilişkin bu son derece yerinde ve öngörülü değerlendirmeyi sunan benzetmesinden dolayı Luxemburg'u asla affetmediler.

Bu özet, elbette, Luxemburg'un sendikaların işçi sınıfının kapitalizm altındaki sömürüsünü hafifletmekten fazlasını yapmaktaki (o da geçici olarak) yetersizliğinin nedenlerine ilişkin çözümlemesinin hakkını tam olarak vermiyor. Luxemburg'un Bernsteincılığa yönelik eleştirisinin konumuzla özellikle ilgili bir diğer yanı, onun, sendikaların faaliyetlerinde doğası gereği ya da dolaylı olarak sosyalistliğe ait bir şeyler olduğunu ya da onların faaliyetinin sosyalizm davasının zaferine ister istemez katkıda bulunduğunu reddetmesidir. Luxemburg, sendikaların, onlara sosyalistler önderlik ettiği ölçüde, devrimci harekete önemli bir hizmet sunabileceğini reddetmiyordu. Aslında, eleştirisi dolayımıyla, böylesi bir gelişme için çalıştığını umuyordu. (Bu amacın ulaşılabilir olup olmadığı, ileride ele alacağımız başka bir konu.) Ama Luxemburg, gerçekte, sendikacılıkta yapısal sosyalist eğilimlerin var olduğuna ilişkin her türlü yanılsamaya karşı uyarıda bulunuyordu.

“Kayıtsızlığın, uygunluğun, dar kafalılığın klasik temsilcileri olarak İngiliz sendikaları,” diye yazıyordu Luxemburg,

tam da sendikal hareketin, özünde hiçbir şekilde sosyalist olmadığı gerçeğine tanıklık etmektedir. Gerçekte o, belirli koşullar altında, sosyalist bilincin yayılmasının önünde doğrudan bir engel olabilir. Aynı, tersi durumda, sosyalist bilincin saf sendikal başarıların elde edilmesinin önünde bir engel olabilmesi gibi. [20]

Bu pasaj, kendilerini kölece sendikalara ve onların bürokratlarına uyarlayan ve sendikacı biçim dışında herhangi bir işçi hareketi düşünemeyen herkese yönelik müthiş bir azarlama olmaya devam ediyor. Orada son derece açık biçimde belirtildiği gibi, sendikacılık ile sosyalizm arasında hiçbir yapısal ve kopmaz bağ yoktur. Onlar, zorunlu olarak, paralel yörüngelerde, aynı genel hedefe doğru ilerlemiyorlar. Tersine, Luxemburg'un belirttiği gibi, doğası gereği “hiçbir şekilde sosyalist olmayan” sendikacılık, sosyalist bilincin gelişmesine zarar vermektedir. Dahası, sosyalistlerin, faaliyetlerini işçi sınıfının tarihsel çıkarlarına dayandırmalarını gerektiren siyasi ilkeleri, sendikaların pratik hedefleri ile taban tabana zıttır.

İngiltere'de sendikalar, Çartizmin yıkıntıları üzerinde ve sosyalist hareketten bağımsız şekilde gelişmişlerdi. Öte yandan Almanya'da sendikalar, sosyalist hareketin doğrudan koruması altında ortaya çıktılar. Onun önderleri, özenli ve sabırlı bir şekilde, Marx'ın ve Engels'in öğretileri doğrultusunda eğitildi. Durum böyle iken, özünde, Alman sendikaları, sosyalizme, İngiltere'dekilerden daha fazla bağlı değildi. Yüzyıl dönümünde, yüz binlerce yeni üyenin akın etmesiyle daha özgüvenli hale gelmiş olan sendikalar, partinin siyasi etkisinden ve onun siyasi hedeflerine olan tabiyetlerinden duydukları rahatsızlığı ifade ediyorlardı. Bu hoşnutsuzluk, yeni bir programda, siyasi yansızlık programında ifade buldu. Sendika önderlerinin giderek büyüyen bir kesimi, örgütlerinin, SPD'nin seçim kampanyalarına özel bir bağlılık duyması için hiçbir neden olmadığını savunmaya başladı. Onlar, SPD'nin egemenliğinin, gerçekte, sendikaların sosyalist politikalara ilgi duymayan ya da onlara karşı çıkan işçiler arasında üye kazanma olasılığına mal olduğunu ileri sürdüler. Sendikaların, üyelerinin “(sınıfsal değil) mesleki çıkarları”na, yalnızca bir siyasi tarafsızlık konumu benimsemeleri durumunda hizmet edebileceklerinde ısrar eden Otto Hué, bu eğilimin önde gelen temsilcileri arasındaydı. Hué, “Sendikal tarafsızlık koşulları altında, işçilerin siyasi olarak nereye yöneldiği, sendika önderlerini ilgilendirmez ve ilgilendirmemeli,” diye yazdı.

Sendikalar ve “kitle grevi”

1900 ve 1905 yılları arasında, parti ile sendikalar arasındaki gerilim arttı. Sendika önderleri, SPD kongre delegeleri olma sıfatıyla, sosyalist öğretiye bağlılıktan yana oy kullanmaya devam ediyorlardı. Onların devrimci bir hareket olarak sosyalizme yönelik içsel düşmanlığı, henüz SPD’nin devlet iktidarının ele geçirilmesi mücadelesine olan siyasi bağlılığına doğrudan meydan okuyacak noktaya ulaşmamıştı. Bu durum, 1905’te, hem Almanya’da hem de onun sınırları ötesinde yaşanan olaylar eliyle değişikliğe uğradı.

Rusya’nın dört bir yanında devrimin patlaması, Alman işçi sınıfını etkisi altına aldı. İşçiler, sosyalist basında devrimci mücadeleler hakkında çıkan haberleri yoğun bir ilgiyle takip ediyorlardı. Dahası, Rusya’daki olaylar, tüm Almanya’da ama özellikle Ruhr bölgesinde, madenciler arasında sert bir grev dalgası ile aynı zamana rastlamış ve belli ki onlara esin kaynağı olmuştu. İşçilerin militanlığına rağmen, grevler, maden sahiplerinin sert direnişi ile karşılaştı. Sendikalar, maden sahiplerinin –herhangi bir etkili yanıt veremedikleri– uzlaşmazlığı karşısında şaşırıp kaldılar. Grevlere son verildi ve böylece, işçilerin geleneksel sendikal taktiklerin yararlılığına olan güvenleri sarsıldı.

Kautsky tarafından desteklenen Luxemburg, bu yeni durumda, Rusya’daki gelişmelerin Avrupa çapında öneme sahip olduğunu ileri sürdü ve Alman işçilerine, kitle grevinin yeni bir biçiminin, siyasi grevin olabilirliğini gösterdi. Siyasi bir kitle grevi düşüncesi, işçi sınıfı içinde yaygın bir destek bulmuştu. Ama sendika önderleri, Luxemburg’un savları karşısında dehşete kapıldılar. İşçilerin Luxemburg’un teorileri çerçevesinde harekete geçmesi durumunda sendikalar, yöneticilerin kendilerini hiç ilgilendirmediğini düşündükleri “devrimci maceralar”a kapılmış olacaklardı. Kitle grevleri, sendikalara devasa miktarda paraya mal olacak ve onların –önderlerin son derece gurur duydukları– banka hesaplarını boşaltabilecekti.

Sendika önderleri, böylesi bir felaketi önlemek için, Luxemburg’a ve SPD’deki diğer radikallere karşı önleyici bir saldırı başlatmaya karar verdiler. 1905 yılı Mayıs ayında Köln’de toplanan sendikalar kongresinde, sendikaların kitle grevi sorununa yönelik tavrını belirleyecek bir karar tasarısı hazırlamak üzere özel bir komisyon oluşturuldu. Komisyonun sözcüsü Theodore Bömelburg, şu açıklamayı yaptı:

Örgütlerimizi daha fazla geliştirmek için işçi hareketi içinde barışa ihtiyacımız var. Kitle grevi tartışmasının ortadan kaybolduğundan ve geleceğe ilişkin [sorunların] çözümlerinin uygun zaman gelene kadar açık bırakıldığından emin olmalıyız. [21]

Sendika kongresi, SPD’nin sol kanadına savaş ilanı anlamına gelecek şekilde, siyasi bir kitle grevi sorununun sendikalar içinde tartışılmasına izin verilemeyeceğini ilan eden bir karar aldı. Karar, işçilere, “dikkatlerinizin, bu tür düşüncelerin kabulü ve propagandası eliyle, emeğin örgütünü güçlendirmeye yönelik küçük günlük görevlerden uzaklaştırılmasına izin vermeme” uyarısında bulunuyordu. [22]

SPD, sendika önderlerinin partiye başkaldırısıyla sarsıldı. Kautsky, kongrenin, sendikaların partiye yabancılaşmasının derinliğini açığa çıkarmış olduğunu açıkladı ve ince bir alayla, “sendika önderlerinin barış ve huzur arzusunun, insanlık tarihindeki en devrimci” yılda ilan edilmiş olmasının kendisine saçma geldiğini belirtti. Sendika önderlerinin “kitlelerin manevi niteliği”nden çok örgütün banka hesaplarının yazgısı ile ilgilendiği, Kautsky için açıktı.

Sendika önderlerinin SPD’nin sol kanadına yönelik öfkesi, hastalıklı boyutlar edindi. Özellikle Rosa Luxemburg, zehir zemberek suçlamaların sürekli hedefiydi. Maden işçilerinin gazetesini yöneten Otto Hué, o kadar çok devrimci enerjisi olanların, “yazlık evlerinden genel grev tartışmasının propagandasını yapmak yerine” Rusya’ya gitmelerini tavsiye etti. [23] Luxemburg’a yönelik saldırılar, o devrimci faaliyetlerinden dolayı tutuklandığı Polonya’da bir cezaevinde çürürken bile yoğunlaştı. Rosa Luxemburg’un hala arkadaşı ve müttefiki olan ve ona yönelik kirli kişisel saldırılardan tiksinen Kautsky, “proleter sınıf mücadelesinin bir önderi”ne yönelik zulmü açıkça suçladı. Kautsky, parti ile sendikalar arasındaki ilişkileri tehlikeye sokanın, Luxemburg değil; “işçi hareketinin, önüne birkaç kuruş daha fazla saat ücretinden daha yüksek bir hedef koyan her biçimine karşı bağnaz bir nefret...” [24] duyan sendika yöneticileri olduğunu yazdı.

SPD önderliği, sendika yöneticilerine karşı bir süre direndi ama bunu olabildiğince dikkatli biçimde yaptı. Bebel, 1905 yılı Eylül ayında toplanan Jena Kongresi’nde, siyasi kitle grevinin geçerliliğini –yalnızca savunmacı bir silah olarak– kısmen kabul eden, ustalıkla yazılmış bir karar taslağı sundu. Sendikalar Bebel’in formülasyonuna karşı çıkmadılar ama yalnızca kısa bir süreliğine. Eylül 1906’da Mannheim’da düzenlenen parti kongresinde, sendika önderleri, sendikalar ile parti arasında “eşitlik” ilkesini saptayan bir kararın alınması talebinde bulundular ve bunu elde ettiler. Bu, partinin, sendikaları doğrudan ilgilendiren bütün konularda, onlar için kabul edilebilir bir konum belirlemesi gerektiği anlamına geliyordu. Sert itirazlar üzerine, parti önderleri, tartışmayı bürokratik biçimde bitirmek ve kararı zorla geçirmek için sendika yöneticileri ile işbirliği yaptılar.

SPD, bu noktadan itibaren, etkili bir şekilde, sendikalar genel komisyonu tarafından yönetildi. Sendikaların parti ile ilişkisi, Luxemburg’un belirtmiş olduğu gibi, kocasına “Aramızda bir sorun çıktığında şu yolu izleyeceğiz: Hemfikir olduğumuzda kararı sen vereceksin. Aynı fikirde değilsek, ben karar vereceğim,” diyen eli maşalı bir köylü kadınınınki gibiydi.

Sendika yöneticileri, Rosa Luxemburg ve SPD içindeki devrimci güçler ile tartışmalarında, ortalama işçinin gerçekten istediği şey konusunda devrimci teorisyenlerden çok daha fazla fikir sahibi olduklarını iddia ediyorlardı. Kafaları kendi soyutlamaları ve ütopik görüşleri ile meşgul olan Luxemburg ve onun gibi devrimciler, aslında, işçilerin madenlerde ve üretim ortamında karşılaştıkları sorunlara ilişkin pratik yanıtlara sahip değildi. Bu teorisyenlerin, gelecekteki bir devrimci tufan ve ondan doğacak olan bir sosyalist ütopya hayali kurması iyi hoştu ama şu anda işçiler, haftalıklarındaki fazladan birkaç mark ile çok daha fazla ilgileniyorlardı.

Sendika yöneticilerinin savlarının, kitle grevi üzerine tartışmanın ilk başladığı yıllarda işçilerin azımsanmayacak kesimlerinin bakış açısını yansıttığı muhtemelen doğruydu. Bu konunun 1905’te ya da 1906’da oylamaya sunulması durumunda, Legien’in görüşünden yana oy kullanacak işçilerin sayısının Luxemburg’unkini destekleyenlerden fazla olması da mümkündü. Bununla birlikte, işçilerin Marksistler ile reformist sendika önderleri arasındaki anlaşmazlığa yönelik tavrını değerlendirirken, şunu akılda tutmak önemli: Yöneticiler, deyim yerindeyse, kurumsal ve anayasal olarak, sendikalarının kapitalist üretim ilişkilerine ve ulus devlet kurumuna yapısal bağımlılığından kaynaklanan politikalara “adanmış”lardı. İşçi sınıfı, devrimci bir toplumsal güç olarak, aynı şekilde, aşamalı bir reformist uyarlanma programına adanmış değildi.

Kapitalist sistemin altında yatan çelişkilerin gelişmesi, Almanya’daki toplumsal uzlaşma sistemini aşındırdı. Sınıfsal gerilimler artarken, işçiler, işverenlerine ve devlete karşı daha saldırgan ve düşmanca bir tutum benimsediler. 1910-1911’e gelindiğinde, Luxemburg’un savlarının işçi sınıfının geniş kesimleri içinde yankılanmaya başladığının açık işaretleri vardı. Özellikle de, işverenlerin sert direnişi karşısında başarısızlığa uğrayan 1912-1913 grevlerinin ardından, işçilerin resmi sendikalardan hoşnutsuzluğu dikkat çekici bir şekilde arttı.

Ağustos 1914’te Dünya Savaşı’nın başlaması, bu radikalleşme sürecini geçici olarak durdurdu. Ama 1915-1916’ya gelindiğinde, işçi sınıfının savaş eliyle kızıştırılmış toplumsal hoşnutsuzluğu sendika yöneticileri tarafından dikilmiş olan engelleri aştı. Siyasi kitle grevine karşı eski bürokratik savlar, Ekim-Kasım 1918’de Alman Devrimi’nin patlamasıyla birlikte, kesin yanıtlarını aldılar. Kitle hareketinin devrimci karakteri, kendisini, Luxemburg tarafından teorik olarak öngörülmüş ve Rus Devrimi’nde pratik olarak önceden gösterilmiş olduğu gibi, resmi sendikalara karşı olarak ortaya çıkmış olan yeni örgütlenme biçimlerinde (taban komiteleri ve özellikle işçi konseyleri) ifade etti.

Alman ve İngiliz işçi sınıfının deneyimleri, sendikacılığın en büyük tarihsel sınavını temsil ediyordu. Eğer zamanımız olsaydı, sosyalizm ile sendikacılık arasındaki çatışmaya ilişkin çözümlememizi, birçok ülkeden alınmış ve günümüze kadar onlarca yıla uzanan çok sayıda örnekle destekleyebilirdik.

Sosyalist bilincin gerekliliği

Bu konferansın amacı, sendikaların ihanetine olabildiği kadar örnek vermek değil; sosyalist bilincin ve işçi sınıfı içinde sosyalist bilinç uğruna mücadelenin gerekliliğini kanıtlamaktır. Devrimci partinin önemi burada yatmaktadır.

Sendikalist karakterde kendiliğinden bir militanlığın canlanması söz konusu olduğunda bile –ki böylesi bir gelişme, tabanın eski bürokratik örgütlere karşı patlayıcı bir başkaldırısı olmaksızın düşünülemez, bu tür umut verici bir hareketin devrimci bir çizgi boyunca ilerlemesi, işçi sınıfına sosyalist bilinç kazandırma mücadelesi veren Marksist partinin bağımsız faaliyetine bağlı olacaktır.

Sendikaların tartışmasız otoritesinde ısrar edenlerin hepsi, işçi sınıfı içinde Marksizm uğruna mücadeleye karşılar. Örneğin, Cliff Slaughter [25], “işçi sınıfının kendiliğinden yükselen mücadelelerinde ‘bilinç yükseltme’, ‘siyasi müdahale’ ve ‘siyasileştirme’ misyonuna sahip olduklarını düşünmede ısrar eden” [26] [Uluslararası Komite’deki] Marksistleri suçlamaktadır.

Bu açıklama, Slaughter’ın Marksizmi reddetmesini ve orta sınıf anarşizmini benimsemesini kanıtlamaktadır. Bizler şimdi, en berbat tarihsel trajedilere tanıklık etmiş bir yüzyılın sonuna geliyoruz. Bu yüzyılın çok sayıda devrimci mücadelesinin başarısızlığı ve onlara yönelik ihanetler için kanla ödenmiş bedelin haddi hesabı yok. İhanete uğramış devrimlerin siyasi sonuçlarının yol açtığı kurbanların sayısı yüz milyonları buluyor. Bu on yıl içinde, eski Sovyetler Birliği’ndeki işçi sınıfının yönelimsizliğinin sonuçlarına tanık olduk. Durum böyleyken, bu evrensel siyasi yönelimsizliğin ortasında, Slaughter, sosyalist bilim temelinde bu yönelimsizliğin üstesinden gelmeye çalışanları suçluyor.

İşçi sınıfının çıkarlarına, onun kendiliğindenliğini; yani egemen bilinç düzeyini ve verili örgütlenme biçimlerini yücelterek hizmet edilemez. Slaughter’ın ve benzeri eski Marksistlerin durumunda, kendiliğindenliğe yapılan bu tür göndermeler, yalnızca, onların sendika ve işçi bürokrasileri ile işbirliklerini örtmeye yönelik bir örtü işlevi görmektedir. Biz, işçi sınıfının geleceğinin bizim siyasi müdahalelerimize ve onun bilincini arttırmaya yönelik çabalarımızın başarısına bağlı olduğunda ısrar ettiğimiz için özür dilemiyoruz.

Biz, bilimsel sosyalizmin büyük kurucuları ve temsilcileri tarafından döşenmiş temeller üzerinde duruyoruz. Slaughter’ın açıklamasını, Marksist hareketin ilk günlerinden başlayarak tarihsel varlık nedenini (raison d’être) oluşturmuş olan temel ilkelerinin inkarı olarak reddediyoruz. Proletarya, sosyalist projenin etkin tarihsel öznesidir. Ama sosyalizm, doğrudan doğruya işçi sınıfı içinden doğmadı, doğamazdı da. Onun kendi entelektüel tarihi vardır. Marx, proletaryanın tarihsel görevlerine ilişkin kavrayışının, gelişmelerinin belirli bir anında işçilerin büyük çoğunluğunun genel “düşüncesi”ne herhangi bir şekilde uygun olabileceğini hiçbir zaman iddia etmedi. Marx’ın, bütün yaşamını, ortalama bir işçinin muhtemelen kendi başına düşüneceği şeyleri sadece yineleyen düşünceleri formüle etmeye adadığını ileri sürmek bile saçmadır.

Eğer sosyalist bilinç sınıf mücadelesinin kendiliğinden gelişmesi eliyle üretiliyor olsaydı, bu uluslararası okulu örgütlemeye gerek kalmazdı. Eğer işçi sınıfı, mevcut kitle örgütleriyle ve siyasi ve tarihsel bilinç düzeyiyle, otomatik olarak, kapitalizmin dünya krizinin gelişmesinin onun karşısına çıkarttığı görevlerin düzeyine yükselebilseydi, tarih, felsefe, politik ekonomi, devrimci strateji ve kültür üzerine konferanslara ne gerek olacaktı ki?

Gelin, bu okulun düzenlendiği siyasi bağlamı göz önünde bulunduralım. Biz burada bir araya gelirken, Güneydoğu Asya ekonomileri kargaşa içinde. Neredeyse her gece, yüz milyonlarca insanın varlığı tehlikeye giriyor. Endonezya’da, para biriminin (rupiah) değeri önceki gün yüzde 22 düştü. Rupiah, geçtiğimiz altı ay içinde, yaklaşık yüzde 80 değer kaybetti. IMF, sert kemer sıkma önlemleri uygulanmasını talep ediyor ve bu koşullar altında, yoğun toplumsal mücadelelerin patlaması kaçınılmaz.

Bu mücadelelerin sonucu, her durumda, Endonezya işçi sınıfının, yirminci yüzyıl tarihinin bir diğer kabus gibi bölümünü oluşturan kendi tarihinin trajik derslerini özümsemesine bağlı değil mi? Endonezyalı işçilerle, öğrencilerle ve aydınlarla birlikte 1965-66 olaylarını; yani bir milyondan fazla üyesiyle SSCB ve Çin dışında dünyadaki en büyük Komünist Parti’nin Suharto’nun darbesi karşısında nasıl olup da aciz kaldığını incelemek gerekmiyor mu? O karşıdevrimde, yarım milyon insan katledilmiş; Sumatra ve Bali nehirleri öldürülenlerin cesetleriyle tıkanmıştı. Suharto’nun darbesinin ardından tutuklananların infazı 1990’lara kadar sürdü. Ancak yanıtlanmamış ve netleşmemiş o kadar çok soru var ki! Endonezyalı işçilerin, Endonezya burjuvazisi tarafından işlenmiş, Amerikan ve –eklemek gerekir ki– Avustralya emperyalizminin yardım ettiği suçlardan çıkarması gereken stratejik dersler, tarihi hesaplaşma için temel oluşturmaktadır.

Burada söz konusu olan, Endonezya’ya özgü bir sorun değil; dünya çapında tarihsel bir görevdir. Dolayısıyla, bu okulu, başladığımız gibi, insanlığın yirmi birinci yüzyıldaki geleceğinin, yirminci yüzyılın stratejik tarihsel derslerinin özümsenmesine bağlı olduğunu vurgulayarak bitiriyoruz. Kısaca belirtmem gerekirse, bu sıkıntılı yüzyıla ilişkin incelememizin sonunda varmış olduğumuz başlıca sonuç, insanlığın yazgısının, işçi sınıfı içinde sosyalist bilincin ve kültürün geliştirilmesi mücadelesi ile kaçınılmaz bir şekilde iç içe geçmiş olduğudur. Bu mücadele, siyasi ifadesini, Sosyalist Devrimin Dünya Partisi’nin inşasında bulmaktadır.


[1]

Peter Taaffe, “Trade Unions in the Epoch of Neo-Liberalism” [“Neo-Liberalizm Çağında Sendikalar”], Socialism Today. []

[2]

Age.

[3]

Age.

[4]

Workers International Press, Sayı 1, Şubat 1997, syf. 21.

[5]

Karl Marx, Capital, Cilt 1 (New York: International Publishers, 1967), syf. 76.

[6]

Aktaran, Theodore Rothstein, From Chartism to Labourism [Çartizmden İşçi Particiliğe](London: Lawrence and Wishart, 1983), syf. 183–184.

[7]

Age., syf. 195.

[8]

Age., syf. 197.

[9]

Age., syf. 273.

[10]

Karl Marx ve Frederick Engels, Collected Works [Toplu Eserler], Cilt 20 (New York: International Publishers, 1985), syf. 191.

[11]

Age., syf. 192.

[12]

Age., syf. 149.

[13]

Karl Marx ve Frederick Engels, Collected Works, Cilt 27 (New York: International Publishers, 1992), syf. 98.

[14]

Karl Marx ve Frederick Engels, Collected Works, Cilt 45 (Moskova: Progress Publishers, 1991), syf. 361.

[15]

Age., Cilt 26 (Moskova: Progress Publishers, 1990), syf. 299.

[16]

Age.

[17]

Aktaran Hal Draper, Karl Marx’s Theory of Revolution, Volume 2: “The Politics of Social Classes” [Karl Marx’ın Devrim Teorisi, Cilt 2: “Toplumsal Sınıfların Politikası”], (New York: Monthly Review Press, 1978), syf. 111.

[18]

Rosa Luxemburg, Reform or Revolution (New York: Pathfinder Press, 1976), syf. 36.

[19]

Çevirmenin notu: Yunan mitolojisinde, Ephyra (şimdiki Korint) Kralı Sisifos'a Tanrı Zeus tarafından verilen cezaya gönderme. Sisifos, kibirli kurnazlığından ve yalancılığından dolayı, her defasında aşağıya yuvarlanan büyük bir kayayı sonsuza kadar, tekrar tekrar, bir dağın tepesine kadar çıkarmaya mahkum edilmişti.

[20]

“Die englische Brille,” [“İngiliz Gözlüğü”], Rosa Luxemburg Gesammelte Werke, Cilt 1/1 (Berlin: Dietz Verlag, 1990), syf. 481, (Çeviri, D. North).

[21]

Carl E. Schorske, German Social Democracy: 1905–1917; the Development of the Great Schism [Alman Sosyal Demokrasisi: 1905–1917; Büyük Bölünmenin Gelişimi],(Cambridge, MA: Harvard University Press, 1983), syf. 39–40.

[22]

Age., syf. 40.

[23]

Age., syf. 41.

[24]

Aktaran Richard B. Day ve Daniel Gaido, Witnesses to Permanent Revolution [Sürekli Devrimin Tanıkları],(Leiden, Hollanda: Brill Academic Publishers, 2009), syf. 45.

[25]

Cliff Slaughter, Britanya’daki İşçilerin Devrimci Partisi’nin (WRP), 1986 yılında Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nden kopmuş olan eski bir önderi.

[26]

Cliff Slaughter, “Review of Istvan Mezsaros’ ‘Beyond Capital’” [“Istvan Mezsaros’un ‘Sermayenin Ötesi’nin Eleştirisi”], Workers International Press, Sayı 3, (Londra, Haziran 1997).