COVID-19 pandemisi Fransa’daki Yeni Anti-Kapitalist Parti’yi teşhir ediyor

COVID-19 pandemisi, tüm dünyadaki kapitalist hükümetlerin sarsıcı düzeydeki yetersizliğini ve insan yaşamına kayıtsızlığını gözler önüne sererek, sınıf çatışmasını muazzam derecede yoğunlaştırmış durumda. Bu bahar, işçiler, İtalya’dan ABD’ye ve Brezilya’ya kadar, koruyucu donanım ve evde kalma hakkı talebiyle bir fiili grev dalgası başlattılar. Dünyanın her yerinde hükümetler, bankalar ve sendikalar yeterli test ya da koruma olmaksızın işçilere işbaşı yaptırma biçiminde siyasi olarak canice bir kampanya düzenlerken, pandemi, egemen sınıfın uzun süre asılsız biçimde “sol” olarak pazarladığı emperyalizm yanlısı orta sınıf grupların maskesini indiriyor.

İşçiler, ancak kitlesel ölüme yol açan politikaların suç ortağı olan bu partilerden ve sendikalardan siyasi ve örgütsel bir kopuş yoluyla pandemiye karşıya mücadele edebilirler. Onların suç ortaklığı, geçtiğimiz ay Fransa’daki Yeni Anti-Kapitalist Parti (NPA), İspanya’da hükümette olan Podemos içindeki Anticapitalistas, Danimarka’daki Kızıl-Yeşil İttifakı (RGA), Brezilya’daki Sosyalizm ve Özgürlük Partisi (PSOL), Sri Lanka’daki Nava Sama Samaja Partisi ve ABD’deki Sosyalist Eylem gibi bir küçük burjuva partiler koalisyonu tarafından yapılan “Ekososyalizme geçişi şimdi inşa edelim” başlıklı gerici açıklamada gün ışığına çıkıyor.

Kendilerine “Dördüncü Enternasyonal’in Yürütme Bürosu” (EBFI) adını takan bu partilerin işçi sınıfına ve Troçkizme –yani Marksist enternasyonalizme– olan düşmanlığı fiilen ortadadır. Yaptıkları açıklama, gerici işe geri dönüş politikası, Çin’e karşı savaş propagandası, emperyalist ülkelerde kabul edilen tiksindirici banka kurtarmaları ve pandeminin tetiklediği ekonomik çöküşün ortasında yapılan toplu işten çıkarmalar ve kemer sıkma planları hakkında bir ölüm sessizliği sergiliyor. Onlar bunun yerine, dünya çapında yüz milyonlarca işçinin çalıştığı ve milyarlarca insana yiyecek ve ilaç taşıyan küresel tedarik zincirlerine karşı geçmişe özlem duyan milliyetçi bir saldırı yapıyor:

COVID-19; bir neoliberalizm pandemisidir, kapitalizmin bu küreselleşmiş aşamasının bir ürünüdür. Neoliberal küreselleşmenin yön verdiği kapitalizm, örtüsünü tüm gezegene yaymıştır. Şirketlerin kârlarını arttırmasını sağlayan küresel üretim zincirleri, her ülkeyi en ufak kriz karşısında savunmasızlaştırmaktadır ve bu zincirlere güç veren aşırı hareketlilik, her türlü sağlık güvenliği ve ekolojik güvenlik mekanizmasını ortadan kaldırmıştır. Doğayla kurulan, fosil yakıt kullanımına ve yeşil çölleriyle büyük kapitalist tarıma dayanan yağmacı ilişki, hem Dünya sisteminin temel döngülerinin (karbon, su, azot) dengesini hem de insanların, bizim sadece bir parçası olduğumuz yaşam ağının bulunduğu biyosfer ile olan ilişkisini yok etmektedir.

COVID-19 pandemisinin, sanayinin doğa ile olan ahlaksız ilişkisinin ve küreselleşmenin cezası olduğu iddiası bir yalandır. Pandemiye SARS-CoV-2 koronavirüsü neden oldu ancak onun kapsamının ve etkisinin sorumluluğu, başta Amerika’nın ve Avrupa’nın emperyalist merkezlerindekiler olmak üzere kapitalist hükümetlere aittir. Hükümetler, acilen evde kalma politikalarına kaynak sağlamak yerine bankalara trilyonlarca dolarlık veya avroluk kurtarma paketleri sağlayarak yüz binlerce insanın ölmesine ve virüsün daha hızlı şekilde yayılmasına yol açtılar. Erkenden işe dönülmesi, binlerce insanın daha ölümüne mal olacak.

Uluslararası sanayi ve bilim, pandeminin nedenleri değil işçi sınıfının pandemiyle mücadelede kullanabileceği araçlardır. Uluslararası seyahat 1970’lerden beri muazzam derecede artmıştır ve ulusötesi sanayi üretiminin ortaya çıkması, bilgisayar, konteyner ve taşımacılık teknolojisindeki ilerlemeler sayesinde mümkün olmuştur. Bu, hastalıkların başlangıçta yayılmasını hızlandırmaktadır. Ancak bundan, bu küreselleşmenin pandemiye neden olduğu sonucunu çıkarmak saçmadır. SARS-CoV-2 gibi oldukça bulaşıcı bir virüs, modern seyahat ve ticaret olsun ya da olmasın, uluslararası ölçekte yayılırdı. 1918 grip pandemisine, Ortaçağ’a ve hatta Roma İmparatorluğu dönemine dönüp bakacak olursak, çiçek hastalığı, grip, kolera ve veba salgınlarının uluslararası ölçekte yayılarak milyonlarca insanı öldürdüğünü görürüz.

21. yüzyıl teknolojisi, daha önceki dönemlere kıyasla, insanlığa bir pandemiye karşı seferber edilebilecek çarpıcı bilimsel ve üretimsel kabiliyetler sağlamaktadır. Bilim insanlarından oluşan uluslararası ekipler, birkaç hafta içinde SARS-CoV-2 virüsünü teşhis ettiler, genomunu yayımladılar ve COVID-19 için tanı testi sağladılar. Hastalığın bulaşma yolları tespit edildi. Sanayinin küreselleşmesi, aynı zamanda, onlarca ülkenin, önceden emperyalist merkezlerin dışında toplu üretimi zor olacak olan koruyucu donanım, solunum cihazı ve ilaç imal edebilmesi anlamına gelmektedir. Milyarlarca emekçi, haklı olarak, bu tür kaynakların pandemiyle mücadelede kullanılmasını beklemekte ve bunu talep etmektedir.

Pandemi, ekonomik kaynakların toplumsal ihtiyaçları karşılamak üzere kullanılması görevini doğrudan ve acilen gündeme getirerek, mevcut toplumsal düzeni sınava tabi tutmuştur. Ekonomiyi toplumsal ihtiyaçlar yerine özel kâr temelinde düzenleyen kapitalizm, bu sınavda sefil bir şekilde başarısız olmuştur. 2002 SARS salgınından beri, bu tür bir pandemi tehlikesinin var olduğu egemen çevrelerde çok iyi biliniyordu. Buna rağmen, koronavirüs aşısı ve tedavisi üzerine çalışmalar kaynaksız kaldı ve büyük ölçüde yüzüstü bırakıldı. Bu yıl, varlıklı ülkelerde bile, halk için test, solunum cihazı ve koruyucu donanım hazır değildi. Maske, mücadelenin ön safında yer alan sağlık emekçileri için bile çoğu kez mevcut değildi.

Kapitalizmin bir diğer önemli başarısızlığı, kuşkusuz, üretici güçlerin gelişiminin çevreye zarar vermesidir. Tarım endüstrisi yıkıcı risklere maruz kalmıştır ve enerji üretmek için fosil yakıtların yakılması eşi görülmemiş bir küresel ısınmayı tetiklemiştir. Ne var ki bunlar, bilimsel ve endüstriyel kaynakların sağlıklı gıda üretmek, kirliliği yok etmek ve küresel ısınmayı durdurmak üzere uluslararası seferberliğini gerektiren küresel sorunlardır. Bu tür sorunlar, saati küreselleşme öncesi döneme çevirme, büyük ölçekli tarıma son verme ya da ekonomik mübadeleyi ulus devlet sınırları ile sınırlama gibi çağrılarla çözülemez.

Küresel sanayiyi bilimin yol göstericiliğinde planlı bir şekilde kullanmak için seferber edilebilecek olan güç, uluslararası işçi sınıfıdır. İşçiler, işyerlerinde sendikalardan bağımsız eylem komitelerinde ve sosyal medya üzerinden örgütlenerek, hem iş güvenliğini sağlayabilir hem de kârı değil ama tıp bilimini temel alarak virüse karşı küresel bir mücadele başlatmak için bu sanayiyi kullanabilirler. Ancak bu, mali aristokrasiyi mülksüzleştirmek, devlet iktidarını almak ve sosyalizmi inşa etmek için uluslararası bir mücadele demektir. Bu ise, özellikle, EBFI tarafından temsil edilen orta sınıf akademisyenler, sendika yöneticileri ve medya uzmanları gibi gerici tabakalarla bilinçli bir siyasi kopuşu gerektirir.

EBFI’nin “ekososyalizm”i, onun banka kurtarma paketlerine ve egemen sınıfın diğer sağcı politikalarına desteğinin üzerini örtmek üzere tasarlanmış yeşil bir ciladan başka bir şey değildir. Açıklamada şunlar ifade ediliyor: “Bu durumda, hükümetlerin ezici çoğunluğu aşırı önlemler almak zorunda kaldılar. Bizler, neoliberalizmin ve kapitalist sistemin biçimine ve özüne saldıran önlemleri savunmalıyız.” Tam da toplu işten çıkarmaların hazırlandığı koşullarda, sanayi şu sözlerle kınanıyor: “Mevcut kriz, kapitalist üretimin kayda değer bir kısmının sırf yağmacı, tamamen gereksiz ve savurgan olduğunu açıkça göstermektedir… Büyük çaplı bir endüstriyel yeniden düzenleme, siyasi iradeye bağlı olarak, görece kısa bir zaman aralığında yapılabilir.”

Bu şarlatanlar, kapitalist devletlerin kurtarma paketlerinin ve işsizlik sigortası ödemelerinin kapitalizmin özüne saldırdığını ima ediyorlar. Pandemi, diye devam ediyorlar, “önemli ölçüde azaltılmış çalışma saatleriyle temel malların üretilebileceğini; enerji ve üretim sistemlerinin tamamen yenilendiği bir geçiş rejiminde ücret ve gelir güvencelerinin, herkesin sağlık ve eğitim sistemlerine erişiminin tamamen uygulanabilir olduğunu ve devasa işçi gruplarının, ekososyalist bir dönüşümle uyumlu farklı ekonomik sektörlere kaydığını göstermektedir…”

Ne sahtekârlık ama! Pandemi; mevcut düzenin ilerici bir değişim gerçekleştirebileceğini değil, onun iflasını, insanlık dışılığını ve yıkılması gerektiğini göstermiştir.

Kapitalist hükümetler, herkesin sağlığa ve sosyal hizmetlere erişmesini sağlamak şöyle dursun, milyonlarca insanı evlerinde bakımsız bırakmış ve acımasız yaş kriterine dayanarak yaşlı insanları hayat kurtarıcı tedaviden mahrum etmiştir. Hükümetler şimdi de pandeminin ortasında işçileri işe dönmeye zorluyor. Varlıklı Avrupa ülkelerinde, bankaların kurtarılmasına trilyonlarca avro saçılırken, işçiler üç kuruşluk sosyal yardımlarla hayatta kalmaya çalışıyor ve büyük şehirlerin işçi sınıfı semtlerinde milyonlarca insan açlık çekiyor ya da yardım derneklerine bel bağlıyor. Dünya genelinde çeyrek milyar insan, küresel tarım ve ticaret zincirindeki aksamalar nedeniyle açlık tehlikesi altında ve yüz milyonlarca işçi işini kaybetme riskiyle karşı karşıya.

Pandemi, EBFI’nin ve bütün diğer benzeri sahte sol grupların ekososyalizmini ifşa etmiştir. Ekososyalizm, sınıf politikasını, sosyalizmi ve Marksizmi reddetmek için ekolojik sorunları istismar etmektedir. Marksizm karşıtı küçük burjuva gruplar tarafından hâlâ sahtekârca “antikapitalist” bir strateji olarak pazarlanan ekososyalizmin, bırakın sosyalist politikayı veya işçi sınıfı politikasını, sol ile hiçbir ilgisi yoktur.

EBFI’nin siyasi atalarının Troçkizmden kopmasının ve 1953’te Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK) ile bölünme yaşamasının üzerinden altmış yedi yıl geçmiştir. Michel Pablo ile Ernest Mandel önderliğindeki Pablocular, Dördüncü Enternasyonal’in, 1940’ların faşizme ve sömürgeciliğe karşı kitlesel devrimci hareketlerine egemen olan Stalinist ve burjuva milliyetçi partileri içinde siyasi olarak tasfiye edilmesini talep ettiler. Pablocular, II. Dünya Savaşı’ndan sonra işçi sınıfının iktidarı almasını engelleyerek Avrupa’nın, Afrika’nın ve Asya’nın belirleyici bölgelerinde kapitalist egemenliği korumuş olan bu partiler aracılığıyla savaş sonrası düzene uyarlandılar.

Pablocuların işçi sınıfı iktidarı uğruna mücadeleyi reddetmesi, onlara, Vietnam Savaşı karşıtı hareket ve 1968 Fransa genel grevi sürecinde ortaya çıkan 1960’ların gençlik hareketinin küçük burjuva tabakaları arasında bir izleyici kitlesi kazandırdı. EBFI partilerinin önde gelen figürleri büyük ölçüde bu kuşağa mensuptur ve toplumsal cinsiyet, ırk ve etnik kimlik politikası üzerinden Pablocu harekete kazanılmıştır. Bu bakış açısı, onları, Yeşil politikanın çeşitli biçimlerini geliştiren anti-Marksist küçük burjuva aydınlarıyla da uyumlu hale getirmiştir.

Bu fikirler, André Gorz’un 1964 tarihli İşçi Stratejisi ve Neo-kapitalizm (Workers Strategy and Neo-capitalism) adlı çalışmasında açıklanmıştı. 1980’de Marksizme saldıran Elveda Proletarya’yı (Farewell to the Proletariat) yayımlayan Fransız-Avusturyalı bir postmodernist olan Gorz, bir politik ekoloji savunucusuydu. Gorz, solun, “kapitalist sistem içinden”, çevre politikasında olduğu gibi, “yapısal reformlarla … toplumu radikal biçimde dönüştürmek” için önerilerde bulunması gerektiğini yazıyordu. Gorz, kapitalizm altında açıkça reformları savunurken, bunların devrimci, hatta sosyalist önlemler olduğunu iddia ediyordu: “Verili bir toplumsal veya idare sistem içinde neyin mümkün olduğuna değil ama insanların ihtiyaçları ve talepleri göz önüne alındığında neyin mümkün olması gerektiğine dayanan reformlar talep etmek… zorunlu olarak reformistlik değildir.”

Gorz, teorik olarak bilinçli bir siyasi sinizm biçimi öneriyordu: bir yandan kapitalist egemenliğin sürmesini desteklerken, diğer yandan bu toplumsal düzen içinde gerçekleştirilemez olduğunu kabul ettiği talepler ileri sürüyordu. Gorz, bu teoriyi muğlak bir şekilde şöyle niteliyordu: “iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesine yönelik ilerici bir strateji; bu, daha sonraki bir aşamada iktidarın devrimci yoldan ele geçirilmesi olasılığını ya da belki de gerekliliğini dışlamaz.” Bu, Gorz’un, işçi sınıfının iktidarı devrimci yoldan ele geçirmesini uzak bir geleceğe terk etmeyi tasarlandığının işaretini verme biçimiydi. Pratikte ise bu, çeşitli burjuva ve küçük burjuva partilere, onlar için mücadele etme niyeti olmadan radikal görünümlü talepler ileri sürerek kendi gerici politikalarını örtbas etmeleri için yeşil ışık yakılması anlamına geliyordu.

1968’den sonra, bu tür çürük yazılar, 1971’de kurulan Fransa’daki Sosyalist Parti (PS), 1974’te kurulan Yunanistan’daki Panhelenik Sosyalist Hareket (PASOK) ve 1980’de kurulan Brezilya’daki İşçi Partisi gibi bir sürü yeni burjuva partisi ile Pablocu örgütler arasındaki ittifaklara teorik bir gerekçe sağladı. Bu burjuva partileri, destek ve oy kazanmak için radikal, “sosyalist” ve ekolojik politika vaatlerinde bulundular ve iktidara gelir gelmez bu sözlere ihanet ettiler. Bununla birlikte, Stalinist ve Pablocu partilerin desteğiyle, burjuva politikasında onlarca yıl boyunca önde gelen roller oynadılar.

Ne var ki, Stalinistlerin 1991’de Sovyetler Birliği’ni dağıtmasından yaklaşık otuz yıl sonra, işçi sınıfı ile bu yozlaşmış siyasi düzen arasındaki karşıtlığı gizlemek olanaksız hale gelmiştir. Stalinizmin Sovyetler Birliği’nde kapitalizmi restore etmesi, Lev Troçki’nin Stalinizmin karşıdevrimci rolüne ilişkin uyarılarının doğruluğunu tamamen kanıtlamıştı. Dünya genelinde işçilerin siyasi gerçekleri görmeye başladığı ve toplumsal öfkenin yükseldiği koşullarda, gelişmeler, DEUK’un Pablocu örgütlerin sahte sol politikasına yönelik ilkeli muhalefetinin doğruluğunu da bütünüyle kanıtlamaktadır.

NPA, 2009’daki kuruluş kongresinde, Troçkizm ile sembolik bir bağlantıyı bile terk etmiş ve PS ile zaten eskiden beri var olan sıkı ilişkisini selamlamıştı. Bu, NPA’nın sağcı politikaları coşkuyla kucaklamasının önündeki son ideolojik engeli de ortadan kaldırdı. NPA’nın önde gelen üyelerinden François Sabado, Wall Street çöküşünün ardından, 2009’da Avrupa’da banka kurtarma paketlerine, bunların çoğaltılması çağrısı yaparak yanıt vermişti: “Nobel ekonomi ödülü sahibi Paul Krugman’a göre, Obama’nın GSYİH’nin yüzde 5’inden fazlasına denk gelen bir kurtarma paketi planı, durgunluğun olası etkisinin yalnızca yarısının üstesinden gelecek… En kibar şekliyle ifade etmek gerekirse, Avrupa’nın kurtarma paketleri normalden daha küçüktür: Britanya’da GSYİH’nin yüzde 1,3’ü, Fransa’da yüzde 1’i, Almanya’da yüzde 0,8’i, İtalya’da yüzde 0,1’i.”

Sabado, 2009’daki kurtarma paketlerini, “bankaları kurtarmak, endüstriyel ve finansal yoğunlaşma ve yeniden yapılandırma için ekonomiye daha fazla devlet müdahalesi” olarak memnuniyetle karşılamış ve şunu eklemişti: “Bu, Reagan ile Thatcher’ın ‘gittikçe küçülen hükümet’ biçimindeki serbest piyasa politikasına kıyasla bir değişikliktir.”

Gerçekte ise süper zenginlere trilyonlarca dolar ve avro teslim edilmesi, işçi sınıfına karşı görülmemiş gaddarlıkta bir uluslararası saldırının habercisiydi. Dünya genelinde, EBFI partilerinin ittifak kurduğu sosyal demokrat ve ulusalcı partiler, işçilerin kemer sıkma politikalarına artan öfkesinin ortasında çöktüler. PASOK 2015 yılında, Fransa’daki PS ise 2017 seçimlerinde hezimete uğradı. Brezilya’daki İşçi Partisi, halk desteğinin çökmesinin ardından, 2016’da düzenlenen sağcı bir rejim değişikliği operasyonu ile iktidardan uzaklaştırıldı.

O zamandan beri egemen sınıf, Pablocu EBFI üyesi partiler gibi sahte sol partileri, savaş açmak ve işçilere kemer sıkma politikalarını dayatmak için devlet aygıtı ile giderek daha çok bütünleştirmiştir. Onlar; 2011’de Libya’ya karşı NATO savaşını, Suriye’de “asi” grupların silahlandırılmasını ve Ukrayna’da 2014’te NATO önderliğinde düzenlenen rejim değişikliği operasyonunu ve yol açtığı iç savaşı desteklediler. EBFI, 2015’te, iktidara geldikten sonra acımasız sosyal kesintiler yapıp sığınmacılar için toplama kampları kuracak olan Yunan müttefiki Syriza’nın (“Radikal Sol Koalisyon”) seçilmesini alkışladı. EBFI üyesi partiler, Avrupa’daki iki kemer sıkma hükümetinde yer almaktadır: İspanya’daki Anticapitalistas, Podemos-Sosyalist Parti hükümetine girerken, RGA Danimarka’daki koalisyon hükümetinin bir parçasıdır.

EBFI’nin sağcı politikaların alkışlanıp uygulanmasındaki rolü, onun Marksizme yönelik şiddetli düşmanlığını her zamankinden daha yoğun bir şekilde açığa çıkarıyor. 1968 genel grevinden sonra Fransa’da Pabloculuğa kazanılan öğrencilerden biri, NPA’nın Fransız-Brezilyalı üyesi ve 2001 yılında çıkan “Ekososyalist Bir Manifesto”nun eş yazarı olan Profesör Michael Löwy idi. Löwy, 2012’de eski Stalinist Mouvements dergisi ile röportajında ekososyalizmden söz etmesi istenince şu yanıtı vermişti: “Elbette, ekososyalizm, 20. yüzyılın sözde sosyalizmleriyle, sosyal demokrasiyle ve Stalinizmle dayanışma içinde değildir. Aynı zamanda Marksizmin sınırlarının sorgulanıp eleştirilmesi çağrısı yapar.”

Löwy, Marksizmin “sınırları” olarak gördüğü şeyler arasında, onun insanlığın üretici güçlerinin büyümesinden kaynaklanan bir devrimci kriz ve sosyalist devrimin gerekliliği anlayışını vurguluyordu: “En önemlisi sınır, ‘üretici güçlerin gelişimi’ anlayışı ve sosyalizmin, üretici güçlerin gelişiminin önündeki ‘engeller’ ya da ‘zincirler’ haline geldikleri için kapitalist üretim ilişkilerini ortadan kaldırması gerektiği fikridir. Ekososyalizm, bu anlayıştan kesin olarak kopmaktadır.”

Löwy, kendi ekososyalizminin “romantik antikapitalizm”e verdiği desteğe sıkıca bağlı olduğunu ekliyordu. O bunu, “geçmişin belirli değerleri aşkına modern kapitalist ve endüstriyel uygarlığa karşı kültürel bir protesto” olarak tanımlayarak şöyle devam ediyordu: “Romantizm; makineleşmeyi, araçsal akılcılaştırmayı, şeyleştirmeyi, topluluk bağlarının yok olmasını ve toplumsal ilişkilerin nicelleştirilmesini protesto eder.”

Pandemi, emperyalizm yanlısı küçük burjuvazinin bu geçmişe özlem duyan, karamsar politikasının tarihsel iflasını gözler önüne sermiştir. Pandemi tehlikesi, küresel ısınma tehdidi ve başka acil çevresel sorunlar onlarca yıldır çok iyi biliniyordu ama neredeyse hiçbir şey yapılmadı; sadece COVID-19 pandemisinin insani bedeli, kolayca milyonlara ulaşabilmektedir.

Doğrusu, çevresel sorunlar, uluslararası işçi sınıfı kapitalist ulus devlet sistemine karşı sosyalizm uğruna mücadelede iktidarı almadan çözülemez. Bununla birlikte, böyle bir mücadele verebilmek için, gelişmekte olan uluslararası işçi sınıfı hareketi, devrimci Marksizmi orta sınıfın sahte sol örgütlerinin “ekososyalist” politikasından ayıran sınıfsal uçuruma ilişkin net bir kavrayış ile donatılmalıdır.

Daha pandemiden önce, toplumsal eşitsizliğe karşı görülmemiş düzeyde küresel bir protesto ve grev dalgası baş gösteriyordu. 2018 yılında, öğretmenlerin Amerikan sendika bürokrasisine başkaldırı biçimindeki grevlerine ve Fransa’da sosyal medya üzerinden örgütlenen “sarı yelek” protestolarına tanık olundu. Geçtiğimiz yıl ise, Polonya’da Stalinist rejimin 1989’da kapitalizmi restore etmesinden beri ilk ulusal öğretmen grevi meydana geldi; Portekizli hemşireler sosyal medya üzerinden grevler örgütlerken, Sudan, Cezayir, Lübnan, Irak, Ekvador, Bolivya, Şili ve daha pek çok ülkede kitlesel protestolar gerçekleşti. Stalinist rejimin Sovyetler Birliği’nde kapitalizmi restore etmesinin etkisinin uluslararası sınıf mücadelesini ve sosyalizm mücadelesini bastırmaya yeterli olduğu dönem sona erdi.

Şimdi, pandeminin ortasında izlenen işe geri dönüş politikası, işçi sınıfını uluslararası düzeyde seferber edecek yeni ve güçlü bir mücadelenin koşullarını yaratıyor. 2017’de, sadece sanayide çalışan yaklaşık 1 milyar işçi vardı. Asya ve Afrika genelinde çiftçi kitleleri iş bulmak için kentlere göçerken, 1980 ile 2010 yılları arasında işçi sınıfının safları 1,2 milyar kişi büyüdü. Pandemiye karşı akılcı, bilimsel bir planı hayata geçirme mücadelesi, işçi sınıfını mali aristokrasiye uzlaşmaz bir muhalefet içinde ırk, ulus ve toplumsal cinsiyet sınırlarının ötesinde birleştirmektedir.

Bu ise, işçi sınıfını EBFI üyesi partiler ile her zamankinden daha dolaysız bir çatışma içine sokuyor. Bu partiler işçi mücadelelerini desteklemiyor, bu mücadelelerden korkuyorlar. Bu durum, Fransa’daki NPA’nın “sarı yelekliler”i başlangıçta “aşırı sağcı çeteler” diyerek alenen suçlamasına yansımıştır. EBFI’nin açıklaması bir hareket önerdiğinde ise, işçi sınıfını dışarıda tutmakta ve herhangi bir endüstriyel eylemi ya da siyasi iktidarı alma mücadelesini dışlamaktadır. Bunun yerine, “kadın, gençlik ve çevre hareketleri”nin inisiyatiflerini överek şunları belirtmektedir:

Köylüler, yerli halklar, işsizler ve büyük kentlerin varoşlarındaki topluluklar, feminist dayanışma ağları gibi örgütlü kesimlerden ya da halktan bu inisiyatiflerin örnekleri bulunmaktadır. Bu inisiyatifler, bulaşmanın engellenmesini sağlamak için halka bağışlanmak üzere kolektif kumaş maske üretilmesi, gıda bağışı ve alternatif gıda üretimi, halk sağlığı sisteminin savunulması ve ona herkesin erişmesinin talep edilmesi, işçi haklarını güvenceye alma ihtiyacı ve ücretlerin ödenmesi, evde izolasyon sırasında kadına şiddetin tırmanmasının ve yorucu ev işinin kadınlar tarafından yapılmasının kınanması gibi çok ilginç alternatifler yaratıyor.

İşçi sınıfının yerine çiftçi konfederasyonlarının, ırksal ya da etnik kimliğe dayalı örgütlerin ve feminist grupların harekete geçirilmesi gibi politikalar, pandemi ile başa çıkmakta bütünüyle yetersizdir. Ana endüstriyel gıda zincirinde gıdaları hazırlayan, nakleden ve pazara çıkaran işçi sınıfı iken, işçilerin neden yardımseverlerin “alternatif” gıda bağışları için el açması gereksin ki? Dünya çapında burjuvazinin kemer sıkma yönelimi ve bunun halk sağlığı sistemleri üzerindeki yıkıcı etkisi, köylü, yerli ve kadın gruplarının yerel hareketleri ile nasıl sona erdirilebilir? Daha koruyucu, daha etkili maskeler ve başka koruyucu donanımlar fabrikalarda daha verimli bir şekilde üretilebiliyorken, halk neden el yapımı kumaş maskelerle yetinmek zorunda olsun ki?

EBFI’nin siyasi yöneticileri dürüstçe konuşabiliyor olsalardı, şu yanıtı verirlerdi: Fabrikaların bankaların ve egemen sınıfın kontrolü altında kalabilmesi ve hisse senedi kâr paylarının portföylerimize akmaya devam edebilmesi için halkın el yapımı maskeleri kabul etmesi gerekiyor. Bu milyonlarca cana mal oluyorsa, varsın olsun.

Salgının milyarlarca insan için doğurduğu tehlike, emekçilerin çıkarları ile küçük burjuva sahte sol tarafından temsil edilen çıkarlar arasındaki uzlaşmaz çatışmayı meydana çıkarmıştır. DEUK’un onlarca yıldır EBFI gibi örgütlere karşı Ekim Devrimi’nin ve Troçkizmin geleneklerini ilkeli bir şekilde savunmasının temelinde, bu çatışma yatmaktadır.

Mücadeleye giren uluslararası işçi sınıfının karşı karşıya olduğu belirleyici sorun, bu orta sınıf güçlerden siyasi bağımsızlığının sağlanmasıdır. Bu güçler, işçilerin sendika bürokrasilerinin kontrolünün dışında iş güvenliği komiteleri, eylem komiteleri ve başka mücadele örgütleri inşa ettiğini gördüklerinde, bu hareketi bölmek ve onu kapitalist ulus devlet sistemine bağlamak için müdahale etmeye çalışacaklardır. Hayatlarını, yaşam koşullarını ve mücadele örgütlerini savunmak isteyen işçilerin devrimci alternatifi, sahte sola karşı Marksist enternasyonalizmi savunan DEUK’tur.

21 Mayıs 2020

Loading