Maocu CPP’nin kurucusu Sison, Troçkizm hakkındaki Stalinist yalanları tekrarlıyor

Tarihçi Joseph Scalice, 26 Ağustos’ta, Filipinler’in mevcut faşizan Devlet Başkanı Rodrigo Duterte’nin iktidara yükselişine Maocu Filipinler Komünist Partisi’nin (CPP) sağladığı yardımın ayrıntılı bir şekilde ortaya koyulduğu bir konferans verdi. Scalice ayrıca, Stalinizmin Filipinler’deki bu ihanetinin programatik kökenlerini, işçi sınıfı ve köylü kitlelerini burjuvazinin sözde ilerici kanadına (mevcut durumda Duterte’ye) tabi kılmasını da irdeledi.

Jose Maria Sison [Kaynak: YouTube, Jose Maria Sison]

CPP’nin kurucusu Jose Maria Sison, konferanstan bir gün önce CPP’nin yayın organı Ang Bayan’ın özel sayısında yayımlanan röportajında, “Troçkici” dediği Scalice’e ücretli bir CIA ajanı diye iftira attığı tamamen asılsız bir saldırı ile etkinliğin etkisini önlemeye çalıştı. Sison ayrıca Scalice’i, Ulusal Demokratik Hareket içindeki örgütleri CPP ile özdeşleştirdiği ve böylece onun aktivistlerini zulüm veya suikast için hedef gösterdiği iddiasıyla “ihbarcılık”la suçladı. Oysa CPP ile onun cephe örgütleri arasındaki siyasi bağlar yaygın olarak bilinmektedir. Dahası, Duterte ve onun ölüm mangalarının başlıca siyasi sorumluluğu, onun iktidara gelmesine yardım eden Sison’a ve CPP’ye aittir.

Sison, Scalice’e yönelik olağanüstü saldırısını, 31 Ağustos’ta Ang Bayan’ın başka bir özel sayısında, Stalinist iki aşamalı devrim teorisi temelinde Filipinler’in “yarı sömürge, yarı feodal bir toplum” olduğu iddiasını savunmaya ayırdığı ikinci bir röportajla sürdürdü. İki aşamalı devrim teorisine göre, Filipinler gibi ülkeler, uzun süreli bir kapitalist gelişme dönemine olanak sağlamak için önce burjuva demokratik devrime ihtiyaç duymaktadır; onlar böylece sosyalizm mücadelesini uzak gelecekteki bir ikinci aşamaya havale ederler.

Sison’un panik içindeki histerik tepkisi, derin bir siyasi kriz içindeki bir partiye işaret etmektedir. Bu durum, Filipinler’in, COVID-19 pandemisi ve küresel ekonomideki hızlı kötüleşmesiyle giderek kötüleşen kriziyle bağlantılıdır. Duterte’nin iktidara gelmesine yardım eden ve katliam haline gelen “uyuşturucuyla mücadele”sini başlangıçta destekleyen CPP, Filipin burjuvazisinin güçlü kesimleriyle uyumlu bir şekilde, Devlet Başkanı Yardımcısı Leni Robredo’ya doğru yöneliyor ve kendi sicili hakkında alenen yalanlar söyleyerek yaptıklarının üzerini örtmeye çalışıyor.

CPP’nin onlarca yıllık oportünist manevraları, geniş gençlik ve emekçi kesimlerini ondan uzaklaştırmıştır. Bu, Scalice’in konferansına yönelik geniş ilgiye yansıyan bir olgudur. Ang Bayan’ın Sison’un ikinci röportajına girişinde belirtildiği üzere, “özellikle Filipinli gençler arasında konuyla ilgili entelektüel ve politik söylemde belirgin bir artış var.” Bununla birlikte, CPP’nin ihanetinden tiksinmek yeterli değildir. Bu ihanetlerin Stalinizmdeki teorik kökenlerini anlamak, Stalin’in ve yandaşlarının bir yalan dağının altına gömmeye ve kanlı tasfiyeleriyle susturmaya çalıştıkları Troçkizmin devrimci alternatifine yönelmek gerekmektedir.

Lev Troçki

Sison’un siyasi olarak iflas etmiş “yarı sömürge, yarı feodal” tezini savunduğu ikinci röportajı, CPP’ye verilen desteğin kan kaybetmesini durdurmayı ve saflarındaki herhangi bir sorgulamayı bastırmayı amaçlayan umutsuz bir girişimdir.

Filipinler, “yarı feodal” olduğunu iddia etmenin gerçeklik karşısında uçup gittiği, emperyalizmin egemen olduğu ezilen bir ülke olarak kalmaya kesinlikle devam ediyor. Yalnızca ulusal gelişmelere ve ulusal koşullara odaklanan Sison, Filipinler’deki ekonominin, kısmen gelişmiş ulusal kapitalizmin kendine özgü bodur bir aşaması olduğunu savunuyor ve bunu yarı feodalizm olarak adlandırıyor. Filipinler’de ve geç kapitalist gelişmenin olduğu diğer ülkelerde egemen olan, feodal ya da yarı feodal ilişkiler değil, dünya kapitalist piyasası ve kapitalist ekonomik ilişkilerdir. Kapitalizm öncesi toplumun kalıntıları olarak ne varsa, bunlar tamamen sermayenin, özellikle de uluslararası mali sermayenin gereksinimlerine tabidir.

Sison’un Filipin toplumu hakkındaki yanlış değerlendirmesi, CPP’nin ulusal burjuvazinin sözde ilerici kanadıyla oportünist ittifak arayışını meşru göstermek içindir. Bu arayış, Filipinli kitlelerin bir felaketten diğerine sürüklenmesi ile sonuçlanmıştır. Stalinizmin Maocu çeşidini takip eden bu değerlendirme, aynı zamanda işçi sınıfına değil ama ulusal burjuvaziye baskı yapmanın bir yolu olarak köylülüğe ve köylü gerilla savaşına yönelişin de temelini oluşturmaktadır.

CPP, dünyadaki pek çok benzerinin aksine, henüz M-16’larını ve askeri giysilerini parlamento ve şirket yönetim kurulu odalarındaki koltuklarla değiştirmedi ama bunu denemek istemediği için değil. Duterte ile fiili ittifakı onun sadece en son girişimiydi ve bu ittifak onun cephe örgütlerinin üyelerinin yönetimde görevler almasına yol açtı. Bu arada kırlarda, silahlı kanadı olan Yeni Halk Ordusu operasyon alanlarını ve boyutunu küçülttü ve yerel birimler yerel işletmelerle kendi bağlarını kurdukça parçalandı.

Sison, “yarı sömürge, yarı feodal” tezini ilk olarak Filipin Toplumu ve Devrimi adlı kitabında Amado Guerrero takma adıyla geliştirdi. Bu tez 50 yıl önce yanlıştı ve bugün hâlâ yanlış. Proletaryanın her şeyden önce 20 milyonluk nüfusu ile büyük Manila bölgesinde muazzam büyümesine ve sadece Filipinler’de değil, aynı zamanda küresel ekonomide meydana gelen devasa değişikliklere rağmen, Sison röportajında köylülüğün hâlâ Filipin toplumunun çoğunluğunu oluşturduğunu “kanıtlama” çabasıyla özenle hazırlanmış çarpıtmalar yapıyor.

Sison, Filipinler’in tamamen kapitalist olmadığını, çünkü kendi makine yapım sanayisine sahip bağımsız bir endüstriyel temele sahip olmadığını ve “makine takımları, araçlar, bilgisayarlar, temel kimyasallar, ilaçlar ve diğer sermaye malları ile önemli mamul mallar üretemeyeceğini” iddia ediyor. Hoş, son 40 yılda üretimin küreselleşmesiyle dünyadaki hiçbir ülke kendi kendine yeten bir endüstriyel temele sahip değildir. En büyüğü olan ABD emperyalizmi dahil hepsi, küresel kapitalizmin üretim süreçlerine entegre edilmiş durumda.

Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, Troçki

Bu, Sison’un argümanındaki temel kusur—analizinin dar görüşlü ulusal çerçevesini göstermektedir. Lev Troçki, 1928’de Üçüncü Enternasyonal’in taslak programına yönelik eleştirisinde, “dünya ekonomisinin ve dünya politikasının mali sermayenin egemenliği altında bulunduğu emperyalizm çağında, hiçbir komünist parti, programını, sadece ya da esas olarak kendi ülkesindeki koşullardan ya da gelişme eğilimlerinden yola çıkarak oluşturamaz,” diye yazmıştı.

Seçenekler, Troçki’nin açıkladığı gibi, sosyalist enternasyonalizm programı ile Stalinizmin programı olan “tek ülkede sosyalizm” arasındadır. 90 yıldan fazla bir süre sonra bugün, işçi sınıfının, karşılaştığı sorunların hiçbirini—zengin ile yoksul arasındaki büyük uçurum, ortaya çıkan çevresel felaketler, antidemokratik ve diktatörce yönetim biçimleri ve artan dünya savaşı tehlikesi—ulus çerçevesi içinde çözemeyeceği çok daha açıktır.

Filipinler’de işçilerin karşı karşıya olduğu baskıcı koşullar, yurtdışında çalışmaya zorlanan milyonlarca Filipinli’den bahsetmiyoruz bile, mali sermayenin egemen olduğu küresel üretim süreçlerinin ürünüdür ve bunlarla ancak işçi sınıfının uluslararası bir hareketinin inşası yoluyla mücadele edilebilir. Sison, küresel kapitalizmle ilişkili “neo-liberal politikalar” tarafından üretilen sosyal felaketlerden bahsediyor. Ne var ki, üretimin son 40 yıldaki küreselleşmesi, basitçe açılıp kapatılabilen bir politika değil, dünya kapitalist sistemindeki derin nesnel değişikliklerin sonucudur.

Sison, Mao’yu ve Stalin’i Çin’de ve Sovyetler Birliği’nde sözde tek ülkede sosyalizmi inşa ettikleri gerekçesiyle yüceltiyor; ancak her iki ülkede de kapitalizmin restore edilmesi konusunda hiçbir açıklama yapamıyor. Üretimin küreselleşmesi, ulusal ekonomik düzenlemelere dayanan tüm ulusal reform programlarının altını oydu; Çin’in ve Sovyetler Birliği’nin kapalı, otarşik ekonomilerinde derin krizler yarattı. Tüm varoluşlarını dünya sosyalist devrimi perspektifinin reddedilmesine dayandıran Stalinist ve Maocu aygıtlar, Rus ve Çin devrimlerinin kazanımlarından geriye kalanları tasfiye ettiler ve kapılarını küresel sermayeye açtılar.

Sison’un siyasal alandaki tahrifatı teorik alandakiyle paraleldir. Filipinler’in “yarı feodal” olduğu iddiasını savunma çaresizliği içinde, Troçkizmin eski Stalinist yanlış tasvirlerini tarıyor ve hepsini tek bir cümleye sığdırmayı başarıyor.

Sison, Troçkistlerin, “sosyalizm hâlihazırda acil mesele olduğu için Filipin devriminde iki aşama olmaması gerektiği, halkın demokratik devrimine gerek olmadığı, köylülük ve orta burjuvazinin ulusal birleşik cephenin dışında tutulması gereken güçler olduğu, kırdan şehirleri çevreleyen uzun süreli halk savaşı stratejik çizgisinin terk edilmesi gerektiği ve işçilerin tüm devrimci mücadeleyi kendilerinin vermeleri ve köylü kitleleriyle iktidarı paylaşmaması gerektiği şeklindeki uzun süredir gözden düşmüş Troçkici çizgiyi” kabul ettirmeye çalıştığını ifade ediyor.

Birincisi, iki aşamalı devrim teorisi Lenin’in ve Bolşeviklerin değil, işçi sınıfını Rus “demokratik” burjuvazisinin bir kesimine ve onun partisi Kadetlere tabi kılmaya çalışan siyasi muhalifleri Menşeviklerin perspektifiydi. Lenin gibi Lev Troçki de, Sürekli Devrim teorisinde, Rusya ve Filipinler gibi geç kapitalist gelişmeye sahip ülkelerdeki kapitalist sınıfın demokratik devrimin görevlerini yerine getirmekten yapısal olarak aciz olduğunu tespit etti.

18. ve 19. yüzyılların büyük burjuva devrimlerinde yerine getirilen—ulusal bağımsızlık, demokratik haklar ve toprak reformu gibi—demokratik görevler yok değildir. Bilakis—bir yandan küresel sermayeye tabi, diğer yandan da kırsal bölgelerdeki büyük toprak sahiplerine göbekten bağlı olan—burjuvazi bunları gerçekleştiremez. 20. yüzyılda, kendi çıkarlarına doğrudan tehdit oluşturan can düşmanı proletarya ile karşı karşıya gelmiştir. Toplumu yeniden şekillendirmek için gereken ölçekte devrimci bir ayaklanma, zorunlu olarak, kendi sınıf çıkarları için mücadele edecek ve üretim araçlarının özel mülkiyetini tehdit edecek olan işçi sınıfının seferber olmasına yol açar.

Troçkizmin köylülüğü “gerici bir güç” olarak gördüğünü ilan etmek büyük bir yanlış tasvirdir. Troçki’nin Sürekli Devrim Teorisi’nde açıkladığı şey, heterojen, dağınık bir toprak sahipleri sınıfı olarak köylülüğün, siyasi olarak bağımsız hareket edemeyeceğiydi. Onun üst katmanı büyük toprak sahipleri ve kır kapitalistleri ile birleşirken, alt katmanları topraksız köylülere ve kır proletaryasına yaklaşır. Böylelikle köylülük, şehirlerdeki iki ana sınıftan birini, ya burjuvaziyi ya da işçi sınıfını izleyecektir.

Dolayısıyla, burjuva demokratik görevleri yerine getirmek köylülüğün desteğini arkasına alan işçi sınıfına düşer. Ancak proletarya bunu yaparken zorunlu olarak kendi sınıf yöntemlerini kullanır ve kapitalist mülkiyet ilişkilerinde derin gedikler açmaya koyulur. Yani, demokratik görevler sosyalist görevlerin başlamasıyla iç içe geçer.

Troçki’nin Sürekli Devrim Teorisi’ne 1917 öncesinde yöneltilen başlıca itiraz, bir köylü deniziyle çevrili küçük Rus proletaryasının iktidarı ele geçirmesinin erken olacağı biçimindeydi. Bununla birlikte, emperyalizm çağında, kapitalizmin 1914’te başlayan can çekişme döneminde, dünya kapitalist düzeni sosyalizm için olgunlaşmaktan çok çürümeye başlamıştı. İşçi sınıfının herhangi bir ülkede iktidarı ele geçirmesi, bu iktidarın uluslararası ölçekte genişletilmesini zorunlu kılar ve küresel çapta kapitalizmi devirme mücadeleleriyle birleşir.

Rus işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesine yol açan Ekim Devrimi’ne yol gösteren, Troçki’nin Sürekli Devrim Teorisi’nin merkezinde yer alan işte bu dünya sosyalist devrimi perspektifiydi. Yeni Sovyet hükümeti, toprak mülklerine köylülüğün el koymasını derhal onayladı ve destek için uluslararası işçi sınıfına başvurdu. Belirleyici olan, Rus proletaryasının boyutu ya da bu bağlamda Filipin işçi sınıfının 1969’daki veya bugünkü boyutu değil, onun uluslararası bir sınıf olarak karakteri ve kapitalist sınıfın karşısına çıkarken üretim araçları üzerindeki merkezi rolüdür.

Dahası, Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarına ilişkin herhangi bir incelemenin açıkça ortaya koyduğu gibi, Lenin’e ve Troçki’ye yol gösteren anlayış, bir eşzamanlı devrimci ayaklanma biçimindeki Stalinist karikatür değildi. Onlara göre esas olan, Üçüncü Enternasyonal’in, küresel kapitalizmin krizinin neden olduğu işçi sınıfı mücadelelerini geliştirmek, güçlendirmek ve koordine etmek için dünya devrimi partisi olarak geliştirilmesiydi. Stalin’in bu perspektifi reddetmesi ve ulusalcı tek ülkede sosyalizm bakış açısını benimsemesi, işçi sınıfının devrimci mücadelelerinin altının oyulmasına, ihanete uğramasına ve nihayetinde, Troçki’nin daha 1936’da öngörmüş olduğu gibi kapitalist restorasyona yol açtı.

Çin örneğinde, 1949 devriminden doğan deforme işçi devletini üreten, Stalinizmin köylülüğe ve silahlı gerilla savaşına dayanan Maocu çeşidiydi. Köylü ordularına yaslanan Mao ve Çin Komünist Partisi, işçi sınıfının devrim öncesi ve sonrası mücadelelerini kasıtlı olarak bastırdı. Mao’nun “tek ülkede sosyalizm” versiyonu, onun 1972’de Nixon’un Çin’e yaptığı ziyaretle ABD emperyalizmine yönelerek Çin’i açmaya çalışmasından itibaren, Sovyetler Birliği’nden daha hızlı bir şekilde bir çıkmaz sokakta sona erdi. Bu adım, 1978’den itibaren kapitalist restorasyonun önünü açmıştı.

Dr. Scalice’in konuşması, Sison’un ve CPP’nin yalanlarına ve tahrifatına önemli bir panzehir sağlamakta ve Stalinist politikalarını teşhir etmektedir. Stalinizme karşı Marksizme ve dünya sosyalist devrimi perspektifine dayanan tutarlı bir devrimci alternatif vardı ve hâlâ var. Bu alternatif, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK) tarafından savunulan Troçkizmdir. Sınıf mücadelesinin uluslararası ölçekte yeniden canlanmasının ortasında, gerekli olan şey, geçmişteki yenilgilerin ve ihanetlerin nedenlerine ilişkin teorik ve politik netlik ve Troçkist hareketin Stalinizme ve onun savunucularına karşı mücadelesinin siyasi derslerine dayanan devrimci önderliklerin inşa edilmesidir. Biz, işçileri, gençleri ve aydınları, Lev Troçki’nin ve DEUK’un çalışmalarını ciddi bir şekilde inceleyerek bu sürece başlamaya çağırıyoruz.

Loading