Boris Johnson, toplumsal cinayet ve İşçi Partisi ile sendika bürokrasisine karşı mücadele

Dünya Sosyalist Web Sitesi (WSWS) ve Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK) tarafından 1 Mayıs’ta düzenlenen Uluslararası Çevrimiçi 1 Mayıs Toplantısı’nda Britanya’daki Sosyalist Eşitlik Partisi’nin Ulusal Sekreteri Chris Marsden tarafından yapılan konuşma.

Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin, Taban Komitelerinin Uluslararası İşçi İttifakı için yaptığı çağrı, her ülkede yankı uyandıracak.Açıklamamızda ifade edilenler, dünya işçi sınıfının hayat tecrübelerini doğru bir şekilde yansıtıyor.

Chris Marsden

İlkin, pandeminin korkunç bedelini, egemen seçkinlerin ölüm saçan kayıtsızlığını, kapitalist sınıfın, krizi bizi soymak, sömürüyü artırmak, hayatları ve geçim kaynaklarını yok etmek için nasıl kullandığını açıklıyor.

İkincisi, sosyal demokrat partilerin ve sendikaların, mali oligarşinin ve şirketlerin artık kopulması gereken ajanları olarak, işçilerin karşısına bir düşman güç olarak çıktığını vurguluyor.

Britanya’nın hor görülen Başbakanı Boris Johnson, hükümeti içindeki hizip çatışmalarının bir ifşaata yol açmasının ardından sarsılıyor.

Johnson, geçtiğimiz yıl 30 Ekim’de, dört haftalık ikinci bir kısmi kapanma uygulanıp uygulanmaması üzerine ortaya çıkan anlaşmazlık sırasında şunları söylemiş: “Daha fazla [f***ing] kapanma yok, bırakın binlerce ceset yığılsın!”

Bu ifade, Marie Antoinette’in açlıktan ölmek üzere oldukları söylenen köylülere verdiği iddia edilen “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler!” cevabının modern eşdeğeridir. Ama Johnson aslında bunu ve daha fazlasını söylemiştir.

Eylül başlarında, ikinci bir kapanma uygulamaktansa koronavirüsün “serbestçe yayılmasına” izin vereceğini ve ilk kapanmayı kabul ettiği için pişman olduğunu söyledi. Bunu yaparken de kendisini Jaws filminin “gerçek kahramanına”; büyük beyaz köpek balığının insanları yemesine rağmen plajların açık kalması talimatı veren Amity belediye başkanına benzetiyordu.

Milyonlarca işçi bunlardan tiksinti duyuyor fakat çok azı şok oluyor. Muhafazakâr hükümetin tercih ettiği politika her zaman “sürü bağışıklığı” oldu. Kitlesel muhalefet korkusuyla bu rotadan çıkmaya zorlandıktan sonra şimdi yine “serbestçe yayılsın” politikası uygulanıyor ve gerçekten de “binlerce ceset yığılacak.”

Pandemiyle mücadele, 150 bin kişinin ölümüne yol açan bu toplumsal cinayetin mimarlarına, onların hizmet ettikleri şirketlere karşı siyasi bir mücadeledir.

Ancak bu siyasi saldırı, yalnızca Johnson hükümeti ile değil, bu saldırıyı engellemeye çalışanlarla –İşçi Partisi ve sendikalarla– karşı karşıya gelmeden gerçekleştirilemez.

İşçi Partisi lideri Sör Keir Starmer, bir yıldan fazla bir süredir “ulusal birlik” adına Johnson’ın fiili bir koalisyon ortağı, onun “yapıcı eleştirmeni” olarak hareket ediyor. Ancak Starmer, selefi Jeremy Corbyn’in, partisinin sağ kanadının hakkından kararlı bir şekilde gelmesi için milyonlarca işçi ve genç tarafından verilen görevi yerine getirmeyi reddetmesi sayesinde lider olmuştur.

Bunun sonucunda, Corbyn, Starmer ve bizzat Johnson, sınıf mücadelesini bastırmak için sendika bürokrasisine bel bağladılar.

Sendikalar Kongresi (TUC) ve ona bağlı sendikalar, bu göreve adanmış geniş bir aygıtı temsil ediyor. Bu aygıt, neredeyse kırk yıldır kesintisiz ihanet ve yenilgilere önderlik etmiş ayrıcalıklı bir kasttan oluşuyor.

Mart 2020’de Britanya sendikalarının varlıkları 2,3 milyar sterline yakındı. En iyi maaşı alan 29 sendika liderinin ortalama maaşı 153.935 sterlindi. TUC Genel Sekreteri Frances O’Grady’in maaşı 166.461 sterlinken, GMB Genel Sekreteri Tim Roache’ninki 160.000 sterlindi. Sadece 81.370 üyeli Demiryolu, Deniz ve Nakliye İşçileri Sendikası Başkanı Mick Cash’in maaşı ise 159.944 sterlindi. Bu bürokratlar, tepedeki yüzde 3’lük gelir diliminin içinde yer alıyor.

Birleşik Krallık’taki grevler, 40 binden az işçiyi kapsayan, genellikle yılda 100’den az grevle, tarihi düşük seviyelerde seyrediyor. Geçtiğimiz yıl bürokrasi, pandemi sırasında neredeyse tüm grev faaliyetlerini durdurdu.

Sendikalar işçi sınıfını hiçbir şekilde savunmadığı için, Britanya’daki 32 milyon işçinin büyük çoğunluğu sendika üyesi değildir.

Örneğin, Britanya’nın en büyük sendikası olan Unite’ın 1,4 milyon üyesi var. Geçtiğimiz yıl Unite, bir tür işyeri eylemi düzenlemek için 245 oylama yaptı ancak yalnızca 25’i ya bir grevle ya da daha sık olarak grevden çok daha kısa süren bir eylemle sonuçlandı.

Peki, işçiler direnişe geçince ne oluyor? Bu yıl, işten çıkarma planları yoluyla dayatılan sert ücret kesintileri ve işi hızlandırma baskısıyla karşı karşıya olan işçilerin sendikaların önleme çabalarına rağmen pek çok grevi oldu. Birçoğu kısa süre içinde satıldı.

Ocak ayında, GMB sendikası üyesi British Gas işçileri, işten çıkarılıp tekrar geri alınmayı dayatan sözleşmeye karşı 43 gün süren bir greve başladılar. Çoğu, yüzde 15’lik bir maaş kesintisini içeren yeni sözleşmeyi kabul etmek zorunda kaldı; yaklaşık 150’si ise sözleşmeyi reddettiği için işten çıkarıldı.

Sahte sol gruplar yalnızca sendika bürokrasisine sadıklar. GMB yeni sözleşmeyi imzalamayı tavsiye ettiğinde bile, Sosyalist Parti bunun işçilerle ilgili endişelerinden dolayı yapıldığını, işçilerin “kendilerini işten atılmaktan korumaları için” yapıldığını söylüyordu! Sosyalist İşçi Partisi (SWP) ise, bu ay işçilerin hâlâ İşçi Partisi’ne oy vermeleri gerektiğini belirtiyor ve şu gerekçeyi sunuyordu: “İşçi Partisi, sendika liderleriyle olan bağları aracılığıyla işçi sınıfı örgütleriyle bazı zayıf bağlarını koruyor.”

Sendikaların boyunduruğu ağır bir bedele mal oluyor. Sadece bir örnek vermek gerekirse, Birleşik Krallık’taki en zengin 100 kişi, en yoksul 18 milyon insanınki kadar bir paraya sahip ve Birleşik Krallık dünyada en çok milyardere sahip ülke sıralamasında beşinci sırada. Öte yandan yoksulluk şu anda sarsıcı bir şekilde üç milyon çocuğu etkiliyor. Bu sayı son altı yılda yarım milyondan fazla arttı. Ülke genelindeki 649 mahallede çocukların en az yarısının yoksulluk sınırının altında yaşadığı tahmin ediliyor.

Bu böyle devam edemez. “Hiçbir şey zamanı gelmiş bir fikir kadar güçlü değildir.” Victor Hugo, böyle bir fikrin dünyadaki tüm orduları fethedebileceğini ilan etmişti.

DEUK, kendisini bu anlayışa dayandırıyor. Ama aynı zamanda fikirler uğruna mücadele edilmesi, onlara bilinçli ve örgütlü bir ifade verilmesi gerektiğini de anlıyoruz. İşçi sınıfı, devlet iktidarını kullanan bir egemen sınıfla karşı karşıyadır ve her fırsatta habis bir bürokratik aygıt tarafından engellenmektedir.

İşte bu yüzden işçiler küresel bir taban komiteleri ağı inşa etmeye ihtiyaç duyuyor ve yine bu yüzden en iyilerinin, en ileri görüşlülerinin ve cesurlarının kendilerini sosyalist devrimin dünya partisinin, yani DEUK’un inşasına adamaları gerekiyor.

Loading