Bedaş işçilerinin mücadelesi yol ayrımında

İstanbul Avrupa yakasına elektrik sağlayan Boğaziçi Elektrik Dağıtım AŞ’de (Bedaş) çalışan ve 30 Nisan Cuma günü grev yasağına meydan okuyarak fiilen iş bırakan yaklaşık iki bin işçinin mücadelesi, çeşitli kapitalizm yanlısı güçler tarafından sendikacılık çıkmazında boğulmaya çalışılıyor.

Dünya Sosyalist Web Sitesi (WSWS), Bedaş işçileri için ileriye giden tek yolun Taban Komitelerinin Uluslararası İşçi İttifakı’nın parçası olacak bir bağımsız taban komitesi kurarak işçilerin mücadeleyi kendi ellerine almasından geçtiğini açıklamış ve işçileri “sendikanın iş bırakmayı sona erdirme ya da Perşembe gününe kadar bekleme çağrılarını” reddetmeye çağırmıştı. WSWS’nin uyarıda bulunduğu gibi, Türk-İş’e bağlı Tes-İş sendikası Çarşamba günü yaptığı açıklamayla işçilerin fiili iş bırakma ve iş yavaşlatma eylemini tamamen sona erdirdi.

İş bırakan Bedaş işçileri, 30 Nisan 2021, İstanbul. [Kaynak: @bedaiscileri Twitter]

Tes-İş, açıklamasında, Yüksek Hakem Kurulu’nun (YHK) sefalet sözleşmesi dayatma kararının, süreci “işyerlerimizde yıllar içerisinde karşılıklı saygı çerçevesinde diyalog ve itina oluşturulan iş barışını, huzuru ve verimliliği bozacak duruma” getirdiğini söylüyor ve “daha fazla tahrip olmadan, iş barışını daha güçlü bir şekilde tesis edebilmek” amacıyla şirketle görüşme talebinde bulunduğunu belirterek görüşmenin tam bir ay sonra, 4 Haziran’da yapılacağını duyuruyordu.

Bu satış açıklaması yalnızca sendikaların değil ama egemen sınıfın ve onun devletinin büyük korkusunu dile getirmektedir: Bedaş işçileri, Türkiye’nin ekonomik başkentinde sanayi kuruluşları da dahil olmak üzere yaklaşık 5 milyon aboneye elektrik sağlayan kritik enerji sektöründe çalışıyorlar ve onların militan mücadelesi, küresel COVID-19 pandemisinin ortasında izlenen ölümcül “sürü bağışıklığı” politikalarına, artan yoksulluğa ve toplumsal eşitsizliğe karşı Türkiye’de ve dünya genelinde işçilere ilham verebilir. Dahası bu, sendikalar da dahil olmak üzere sınıf egemenliği kurumlarını ve bir bütün olarak kapitalist sistemi tehdit edecek kontrolsüz bir sınıf mücadelesi patlamasını tetikleyebilir.

YHK’nin yüzde 6’lık sefalet sözleşmesi kararında imzası olan Türk-İş’e bağlı Tes-İş, tamamen gözden düşmüş durumda ve işçiler mücadeleyi ileriye taşımak için bir yol arıyorlar. Bu koşullarda, sahte sol da dahil olmak üzere farklı siyasi renklerden kapitalist düzenin tüm temsilcileri, işçileri kapitalizm yanlısı sendikacılık çıkmazına yönlendirmek için seferber olmuş durumda.

Hükümet yanlısı, İslamcı Hak-İş konfederasyonuna bağlı Enerji-İş Sendikası Genel Başkanı Mahmud Altunsoy, Bedaş işçilerini kendi sendikasına üye olmaya çağırdığı videoda, gerçekte kendi konfederasyonu da dahil olmak üzere Türkiye’deki tüm sendikaların çürümüşlüğünü ve iflasını sergiliyor.

Tes-İş’i eleştiren Altunsoy, bu sendikanın “işçi aidatlarıyla elde ettiği mali gücü, otellere, tatil köylerine ve [özel] hastanelere kullanmış” olduğunu söylüyor. Ardından da işçileri militan sınıf mücadelesine karşı bir şirket ya da devlet görevlisi gibi tehdit ediyor: “Kargaşa ve çarpışma çözüm üretmeyecek yalnızca yıkıma ve hüsrana sebep olacaktır. Yapmış olduğunuz iş kanunen grev yasağı kapsamındadır. İş bırakmak, iş yavaşlatmak, işe çıkmamak” sizleri “haksız duruma” sokuyor.

Gerçek şu ki, enerji sektöründe devletin koyduğu grev yasağının değişmez olarak kabul edilmesi halinde, işçilerin sosyal ve ekonomik hakları için hiçbir mücadele yolunun olmadığı baştan kabul edilmiş olur. Oysa dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de grev hakkı, şirketlere ve devlete karşı “yasa dışı” ya da fiili grevlerle kazanılmıştır.

Bedaş’ta bu yasağı kabul eden sendikaların amacı, ayda sadece 3.200 liraya çalışan yaklaşık 2.500 işçiden her ay 300-400 bin lira toplamaktır. Yasal olarak işçilerin mücadelelerini desteklemek için kullanılması mümkün olmayan bu devasa meblağ, şirket açısından, işçilerin fiili grev eylemlerini engellemenin –yine işçiler tarafından karşılanan– bedeli olarak görülmektedir.

Altunsoy’un, işçi aidatlarının kâr getiren çeşitli kapitalist işlere yatırıldığına dair sözleri, işçilerin sömürülmesine ve kapitalist ulus devlet sistemine dayanan sendikaların dünya çapında ortak özelliklerinden biridir. Sendikalar, uzun bir süre önce “işçi örgütü” olmaktan çıkıp şirketlerin ve devletin uzantılarına dönüşmüştür.

ABD’deki eski Birleşik Otomotiv İşçileri Sendikası (UAW) Başkanı Dennis Williams, sendika fonlarını zimmetine geçirmekten bu hafta iki yıl hapse mahkûm edildi. Yıllık “yasal” gelirleri yüz binlerce dolar olan sendika yöneticilerinin tek gelirleri aidatlar değil. Sendikalar aynı zamanda borsada yatırım yapıyor, şirketlerin hisselerini satın alıyor ve şirket yönetim ya da denetim kurullarında yer alıyorlar.

Sendikaların dünya genelinde şirket yönetimleriyle ve devletle bütünleşme süreci Türkiye için de geçerlidir. Sendika yöneticileri hali vakti yerinde üst orta sınıfın bir parçasıdır ve bunu işçi sınıfının sömürüsünün artarak devam etmesine borçludurlar.

Türkiye’deki sendikaların mali durumu büyük ölçüde karanlık olmakla birlikte, bazı veriler onların durumunun Amerikalı veya Avrupalı benzerlerinden farklı olmadığını gösteriyor. Evrensel gazetesinin derlediği verilere göre, 2019 yılında Hak-İş’e bağlı Özçelik-İş sendikasının başkanının maaşının 30 bin ila 50 bin lira arasında olduğu ve kendisine 1,8 milyon lira değerinde araba aldırdığı ortaya çıkmıştı.

Türk-İş’e bağlı Şeker-İş’in genel başkanı da 2018 yılında 1 milyon liralık bir araç satın almıştı. Asgari ücretin 2.825 lira olduğu Türkiye’de, sınıf mücadelesini bastırmak için on binlerce lira maaş alanlar sadece Hak-İş ya da Türk-İş yöneticileri değil.

Almanya’daki büyük koalisyon hükümetinde yer alan Sosyal Demokrat Parti (SPD) tarafından yönetilen ve hükümetten fon alan Friedrich Ebert Vakfı’nın Türkiye’deki ortaklarından biri olan DİSK için de aynı durum geçerlidir.

DİSK’e bağlı Lastik İş sendikası da otel sahibi sendikalardan biridir. 2019 yılındaki toplam aidat geliri yaklaşık 21,4 milyon lira olan sendikanın, ücret ve ikramiye giderlerinin toplamı 4,5 milyon lira civarındaydı. Birleşik Metal-İş’in 2019 yılının ilk on ayındaki aidat geliri 24 milyon lirayken, beş genel merkez yöneticisinin maaş ve giderleri 975 bin lira olarak kaydedilmişti.

Dünya çapında şirketlerin emek polisi işlevi gören sendikaların bu rolü, egemen seçkinlerin “sürü bağışıklığı” politikalarının hastalığın yayılmasına ve 3 milyondan fazla ölüme yol açtığı pandemi sırasında çarpıcı biçimde gözler önüne serildi. Alman ve Fransız sendika konfederasyonları Avrupa Birliği’nin banka ve şirket kurtarma paketlerinin altına imza attılar ve işçilerin tehlikeli koşullarda çalıştırılmasına nezaret ettiler.

Aynı durum Türkiye’deki sendikalar tarafından da tekrarlandı. Türk-İş ve Hak-İş, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) ile ortak açıklamalar yaparak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın pandemi politikasına teşekkür etti. Oysa hükümetin bu “sürü bağışıklığı” politikası, milyonlarca insanın enfekte olmasına ve 400’den fazlası sağlık emekçisi olmak üzere on binlerce insanın COVID-19’dan hayatını kaybetmesine yol açmış durumda.

Şimdi Bedaş işçilerine bir alternatif olarak sunulan Enerji-Sen’in bağlı olduğu DİSK de bu politikaya suç ortaklığı yaptı. Milyonlarca işçi işini ve gelirini kaybederken, DİSK, ücretsiz izin dayatmasıyla ilgili ilk açıklamasında “Önerilerimizin doğruluğu geç de olsa anlaşıldı” diyordu. Pandeminin başında hayati önem taşıyan bir üretim yapmayan fabrikalarda vaka çıkması halinde işi durduracağını ilan eden DİSK, bu sözünü tutmadı ve işçilerin tehlikeli koşullarda çalıştırılmasına nezaret etti. DİSK bürokratları, bunun yerine, işçi sınıfına karşı devletle ilişkilerini daha da geliştirmeye odaklandılar.

Bedaş işçilerinin mücadelesini sendikacılık batağına saplamaya çalışan bir diğer sahte sol eğilim de işçilere bu konfederasyonlar dışında yeni bir sendikaya geçmenin tek çözüm yolu olduğunu ileri sürüyor. Bu eğilimin iddiasına göre işçilerin kendi güçlerine dayanarak sendikalardan bağımsız olarak bir şey yapması mümkün değil. Onlara göre, Cuma günkü fiili grev mücadelesini sürdürmek ve belirli sosyal-ekonomik talepler temelinde mücadeleyi yaymak üzere sendikalardan bağımsız örgütlenmek yerine, yeni bir sendikaya geçerek “ek protokol” yapmaya ve “yasal” mücadeleye odaklanmak gerekiyor.

Bedaş işçilerinin militan mücadelesini baltalayıp sona erdirmeye hizmet eden ve nihayetinde yenilgiden başka bir şey getirmeyecek olan bu iflas etmiş yaklaşım, sahte solun kapitalizm yanlısı ve ulusalcı karakterini de gözler önüne sermektedir. Bu “solcular”, işçilere sağcı sendika yöneticilerininkiyle aynı politikayı dayatıyorlar.

WSWS Uluslararası Yayın Kurulu Başkanı David North’un, “Sendikalar Neden Sosyalizme Düşmanlar?” başlıklı konferansında açıkladığı üzere:

Gramsci’nin belirtmiş olduğu gibi, “Sendikalar yasallığı temsil ederler ve üyelerinin bu yasallığa saygı duymasını sağlamayı amaçlamak zorundadırlar.”

Yasallığın savunusu, sınıf mücadelesinin bastırılması demektir. Bu yüzden sendikalar, sonuçta, resmi olarak adanmış oldukları sınırlı hedeflere ulaşma yeteneklerinin bile altını oyarlar. Sendikaların üzerinde debelenip durduğu çelişki burada yatmaktadır. Sendikalar ile devrimci hareket arasındaki çatışma, asıl olarak sendika önderlerinin bolca bulunan hatalarından ya da başarısızlıklarından değil; bizzat sendikaların doğasından kaynaklanır. Bu çatışmanın merkezinde, sendikaların sınıf mücadelesinin gelişmesine ve yayılmasına yönelik yapısal muhalefeti yatmaktadır. Bu muhalefet, sınıf mücadelesinin kapitalist üretim ilişkilerini; yani bizzat sendikacılığın sosyoekonomik temellerini tehdit etmeye başladığı noktada, her zamankinden daha kararlı, sert ve ölesiye bir hal alır.

İşçilere gerçekleri anlatan tek devrimci hareket, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’dir (DEUK).

Bedaş işçileri, sadece 250 bin enerji işçisinin değil, bütün bir Türkiye ve uluslararası işçi sınıfının ayrılmaz bir parçasıdır. Bedaş işçilerinin çıkarları ulusal temelli bir sendikal program temelinde değil; ancak devrimci bir uluslararası sınıf mücadelesi programı temelinde ilerletilebilir.

Bu, her şeyden önce, Bedaş şirketiyle ve onun arkasındaki devletle siyasi bir mücadeleye hazırlık olarak kapitalizm yanlısı sendikalardan bağımsız bir taban komitesinin kurulması demektir. Bu komite, DEUK’un çağrısını yaptığı Taban Komitelerinin Uluslararası İşçi İttifakı’nın parçası olmalı; grev yasağına meydan okuyup taleplerini kazanmak için Türkiye ve uluslararası işçi sınıfına başvurmalıdır.

Enerji işçilerinin ve işçi sınıfının diğer kesimlerinin kalıcı sosyal ve ekonomik kazanımlar elde etmesi, enerji sektörünün ve diğer ana sektörlerin işçilerin demokratik denetimi altında kamulaştırılmasını gerektirmektedir. Bu ise, ekonominin dünya çapında özel kâr değil toplumun ihtiyaçları doğrultusunda sosyalist temelde yeniden düzenlenmesi için işçi iktidarı uğruna mücadele demektir.

Loading