Taliban, ABD ve Orta Asya’nın kaynakları

Bu makale ilk kez 24 Ekim 2001’de İngilizce olarak yayımlandı.

ABD’nin Afganistan’daki son askeri saldırısının hedefi Taliban’dır. Bununla birlikte, bu İslamcı aşırılıkçı örgütün kökenleri, sosyal ve ideolojik temeli ve iktidara yükselişi hakkında tutarlı bir açıklama bulmak için medyadaki geniş “terörle mücadele” yayınlarının aranması boşuna olur. Bu tesadüf değildir. Taliban’ın ciddi bir şekilde incelenmesi, Washington’ın Kabil’deki mevcut teokratik rejimi teşvik etmedeki suçluluğunu ortaya koyar.

Bush yönetimi, İslamcı aşırılıkçı Usame bin Ladin ve onun El Kaide örgütüne yataklık ettiği için Taliban’a sövüp sayıyor. Ancak 1980’ler boyunca, birbirini takip eden ABD yönetimleri, Sovyetler Birliği’ni zayıflatmak için Kabil’deki Moskova destekli rejime karşı Mücahit savaşçılar tarafından verilen İslami cihadı finanse etmeye milyarlarca dolar harcadı. Dahası, 1990’ların sonlarına kadar ABD, Washington’ın bölgedeki en yakın müttefiklerinden ikisi olan Suudi Arabistan ve Pakistan tarafından desteklenip finanse edilen Taliban’ın İslami köktendinci ve gerici sosyal politikalarına göz yumdu.

Washington’ın Afganistan’daki yöneliminin zikzaklarını belirleyen birincil etmen, İslamcı aşırılıkçılık tehdidi değil, 1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından Orta Asya’da açılan yeni fırsatların en iyi şekilde nasıl kullanılacağı olmuştur. Son on yıl boyunca ABD, bu kilit stratejik bölgede siyasi nüfuz uğruna ve yeni kurulan Orta Asya cumhuriyetlerinde (Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan) dünyanın kullanılmayan en büyük petrol ve doğalgaz rezervlerinden yararlanma hakkı için Rusya, Çin, Avrupalı güçler ve Japonya ile rekabet ediyor.

Orta Asya’daki potansiyel devasa kârların anahtarı dağıtımdı: yani, bu tecrit edilmiş, geri kalmış ve denize kıyısı olmayan bölgeden petrol ve doğalgazın dünyanın ana enerji pazarlarına nasıl taşınacağıydı. Mevcut boru hatları, Rusya üzerinden geçen eski Sovyet dağıtım ağının boru hatlarıydı. Bölgedeki kaynaklar için mücadele yoğunlaştıkça, ABD’nin amaçları belli oldu: Rusya’nın ekonomik tekelini zayıflatmak ve aynı zamanda diğer rakiplerin yarışın dışında tutulmasını sağlamak istiyordu. Bu nedenle boru hatları, ABD’nin önemli siyasi nüfuz uygulayabileceği, Çin ve İran’ı dışlayan ülkelerden geçmek zorundaydı.

Orta Asya cumhuriyetleri daha önce Sovyetler Birliği’nin bir parçasıydı ve hem Çin hem de İran ile uzun sınırları vardı. Yani Rusya, Çin ve İran’ı dışlayan bir boru hattı geriye iki alternatif bırakmıştı. Biri Hazar Denizi altından, Azerbaycan ve Gürcistan dolayımıyla Kafkaslar üzerinden ve ardından Türkiye’den geçen dolambaçlı bir rotaydı. İkincisi daha kısaydı; Afganistan ve Pakistan üzerinden ancak bu hemen zorlu siyasi soruları gündeme getirdi. Afganistan’da kiminle müzakere edilecekti ve boru hatlarını inşa etmek ve korumak için gerekli olan siyasi istikrar nasıl garanti altına alınabilirdi?

1992’de Sovyet destekli Muhammed Necibullah rejiminin düşmesinin ardından Kabil, rakip Mücahit milisleri tarafından bir savaş alanına çevrilmişti. Göstermelik hükümet başkanı, esas olarak kuzey Afganistan’dan etnik Tacikler ve Özbeklere dayanan, oldukça istikrarsız ve değişken bir koalisyona başkanlık eden Profesör Burhaneddin Rabbani idi. Güney Afganistan’daki Peştun çoğunluğundan oluşan rakip Hizb-i İslami milisleri de Kabil’in banliyölerine sağlam bir şekilde yerleşmişti. Gulbeddin Hikmetyar’ın liderliğinde, başkentteki hükümet mevzilerini yıpratıcı roket atışlarına tabi tutuyorlardı.

Başkenti enkaza çeviren ve ardı ardına sığınmacı dalgası üreten çatışmanın her iki tarafında da ülkenin sayısız etnik ve dini bölünmelerini yansıtan diğer milis grupları bulunuyordu. Rekabetler yalnızca yerel düşmanlıkları değil, her biri kendi egemenliğini kurmaya çalışan çeşitli sponsor devletlerin çıkarlarını da yansıtıyordu. Pakistan Hikmetyar’ı destekledi, İran Şii Hazaralara arka çıktı ve Suudi Arabistan bir dizi grubu, özellikle de kendi İslam çeşidi Vahhabiliğe yakın olanları finanse etti. Orta Asya cumhuriyetlerinin kuzey Afganistan’daki etnik gruplarla bağlantıları vardı ve arka planda Hindistan, Rusya ve ABD’nin Afgan siyasi ilişkilerinde parmağı bulunuyordu.

Kabil’deki durum, bir bütün olarak ülkenin küçük bir evreniydi. Rabbani hükümeti, doğrudan askeri kontrolü altındaki bölgelerin ötesinde gerçek bir otoriteye sahip değildi. Ülke rakip milisler arasında bölünmüştü, ekonomi harabeye dönmüştü ve toplumsal doku paramparça olmuştu. 1980’lerde Sovyet destekli rejime karşı savaşta bir milyondan fazla insan ölmüştü ve çok daha fazlası sığınmacı olmuştu. 1990’ların ortalarına gelindiğinde, ortalama yaşam süresi sadece 43-44 yıldı ve tüm çocukların dörtte biri beş yaşından önce ölüyordu. İnsanların sadece yüzde 29’u sağlık hizmetlerine ve sadece yüzde 12’si temiz suya erişebiliyordu.

1994 yılında Taliban’ın ortaya çıktığı güneydeki Peştun bölgeleri en kaotik bölgeler arasındaydı. Ülkenin en büyük ikinci şehri olan Kandahar, üç rakip savaş ağası arasında bölünmüştü ve çevredeki bölgeler onlarca milis komutanının keyfi ve genellikle acımasız yönetimine tabiydi. Afganistan’ın ekonomik olarak en geri ve sosyal açıdan muhafazakâr bölgelerinden biri olan bölge, geleneksel olarak ülkenin kraliyet yöneticilerini sağlamıştı. Kabil’in yeni Tacik ve Özbek liderliğine yönelik yerel kızgınlık, dayanılmaz ekonomik ve sosyal koşulların ürettiği çaresizlikle iç içe geçmişti.

Ancak Güney Afganistan, Türkmenistan’dan Pakistan’a yapılması önerilen bir dizi boru hattı için de tercih edilen güzergâhtı. Arjantinli şirket Bridas, yarışa ilk giren oldu. Şirket, 1992 ve 1993 yıllarında Türkmenistan’da ülkenin doğalgaz sahalarını araştırmak ve işletmek için haklar elde etti ve 1994’te Türkmen ve Pakistan hükümetleriyle bir gaz boru hattının inşası konusunda görüşmelere başladı. Bu, 1995’in başlarında bir fizibilite çalışması yapılması için bir anlaşmanın imzalanmasına yol açtı. Bridas, başlangıçta ABD enerji devi Unocal’ı projeye dahil etmeye çalıştı. Unocal’ın kendine ait planları vardı ve o yılın sonunda ayrı bir boru hattı anlaşması imzalayarak iki şirket arasında keskin bir rekabeti ve hukuki bir savaşı tetikledi.

Tüm boru hattı planları, önerilen güzergâh boyunca var olan kaotik koşullara siyasi bir çözüm bulunabileceğini varsayıyordu. Daha küçük diğer ticari çıkar sahipleri de, küçük savaş ağalarının ve milislerin temizlenmesine hevesliydi. Pakistan’daki Ketta’dan Kandahar ve Herat üzerinden Türkmenistan’a giden yol, savaş alanı olan Kabil üzerinden Orta Asya’ya giden kuzey yoluna tek alternatif ulaşım yolunu sunuyordu. Kârlı Orta Asya ticaretine ve kaçakçılık işlerine karışan nakliye şirketleri ve kamyon sahipleri, araçları kendi bölgesinden geçerken her milis komutanına büyük haraçlar ödemek zorunda kalıyor ve bu duruma son vermek istiyorlardı.

Taliban’ın kökenleri

Bu tartışmaların ortasında, Taliban hareketi olası bir çözüm olarak ortaya çıktı. Bu, İslami okullardan veya medreselerden alınan öğrenciler veya “talibler” olan Taliban’ın sadece hükümetlerin ve ticari çıkarların bir yaratımı olduğu anlamına gelmez. Bu yeni hareketin 1994 yılında aniden ortaya çıkması ve hızla büyüyüp başarı elde etmesi iki etmenin ürünüydü: birincisi, hazır asker arzı yaratan sosyal ve politik bataklık ve ikincisi, Pakistan, Suudi Arabistan ve muhtemelen ABD’den finans, silah ve danışman şeklinde gelen dış yardım.

Bazı Taliban liderleri, Sovyetler Birliği’ne karşı ABD destekli “cihat”ta savaşmış olsa da, hareket diğer Mücahit hiziplerinden bir kopuş veya bunların birleşmesi değildi. Taliban büyük ölçüde, 1980’lerin savaşına doğrudan katılmamış yeni bir kuşağa dayanıyordu. Onlar, Necibullah’ın düşüşünün ardından sıradan Afganların hayatlarına sefaletten başka bir şey getirmeyen küçük Mücahit despotların yozlaşmış yönetimi olarak gördükleri şeye düşmandılar. Kendi hayatları savaş tarafından paramparça edilmişti. Birçoğu Pakistan’daki sığınmacı kamplarında büyümüş ve Pakistan’daki çeşitli İslamcı aşırılıkçı partiler tarafından yönetilen medreselerde temel eğitim almıştı.

Bir yazar konuyla ilgili şu açıklamayı yapıyor: “Bu çocuklar, 1980’lerde tanıdığım Mücahitlerden farklı bir dünyaydı—aşiret ve soylarını anlatabilen, terk edilmiş çiftliklerini ve vadilerini nostaljiyle hatırlayan, efsaneler ve Afgan tarihinden hikayeler anlatan adamlardı bunlar. Bu çocuklar, ülkelerini hiç barış içinde görmemiş bir kuşaktandı—istilacılarla ve kendisiyle savaşmayan bir Afganistan görmemişlerdi… Kelimenin tam anlamıyla savaşın öksüzleriydiler; köksüzler ve huzursuzlar, işsizler ve ekonomik olarak yoksunlar, kendilerini çok az tanıyorlar…

“Basit köy mollaları tarafından kendilerine dayatılan mesihçi, sofu bir İslam’a olan basit inançları, tutunmaları gereken ve yaşamlarına anlam veren tek dayanaktı. Hiçbir şey için eğitilmemişler, hatta atalarının çiftçilik, hayvancılık veya el sanatları yapma gibi geleneksel uğraşları için bile; Karl Marx onları Afganistan’ın lümpen proletaryası olarak adlandırırdı.” [1]

Taliban’ın ideolojisi, bu sosyal katmanlara hitap etmek üzere geliştirilmiş bir fikirler karmaşasıydı. En başından beri, hareket son derece gericiydi. Kendi sosyal çözümleri için Muhammed Peygamber’in emirlerine sıkı sıkıya uyulduğu, efsanevi bir geçmişe doğru geriye bakıyordu. İdeolojileri, Kabil’de, yanlış bir şekilde “sosyalizm” adı altında hüküm süren Sovyet destekli rejimlerin gaddarlığı ve baskısından doğmuş şiddetli anti-komünizmle doluydu.

Kamboçya’daki Kızıl Kmerler gibi, Taliban da ezilen kırsal kesimlerin kentsel yaşama, öğrenmeye, kültüre ve teknolojiye yönelik şüphe ve düşmanlığını yansıtıyordu. Liderleri yarı eğitimli köy mollalarıydı, kutsal yazılar ve dini yorumlar konusunda bilgili İslam alimleri değildi. Başta Şiiler olmak üzere diğer İslami mezheplere ve Peştun olmayan etnik gruplara düşmandılar. Taliban’ın gerici sosyal kodu, herhangi bir İslami gelenekten olduğu kadar Peştun kabile yasalarından veya Peştunvali’den de yararlanıyordu. İdeolojisi İslami bir temele sahip olduğu kadar, 19. yüzyılın etkili bir reform hareketi olan Diyubendilikti ancak uzaktan yakından ilerici her türlü şeyden arındırılmış bir biçimde.

Taliban, savaşın harap ettiği Afganistan’da bir tür dinsel faşizm olarak ortaya çıktı. İdeolojileri, Afganistan’da bol miktarda bulunan toplumsal kötülüklere, diktatörce bir İslami rejimin dayatılmasından başka bir alternatif göremeyen kırsal küçük burjuvazinin —Mollaların oğulları, küçük memurlar, küçük çiftçiler ve tüccarlar— kökünden sökülmüş ve sınıfından ayrılmış katmanlarının umutsuzluğunu ve çaresizliğini yansıtıyordu.

Taliban’ın kökenlerine dair kendi anlatımı, onun çekim gücüne dair bir fikir veriyor. Temmuz 1994’te, Taliban’ın o zamanlar bir köy mollası olan üst düzey lideri Muhammed Ömer, yerel bir milis komutanı tarafından kaçırılan ve tecavüze uğrayan iki kız çocuğunun serbest bırakılması için yapılan yardım çağrılarına yanıt vermiş. Mücahit örgütlerinden birinde savaşmış olan Ömer, yerel medreselerin din öğrencileri arasından bir grup taraftarını bir araya getirmiş. Bir avuç tüfekle donanan grup, kızları serbest bırakmış, komutanı yakalamış ve onu tankının namlusuna asmış.

Hikâyenin asılı ne olursa olsun, Taliban kendilerini sıradan insanlara yapılan yanlışları düzeltmeye niyetli, dine dayanan yasa dışı kanun infazcıları olarak resmediyordu. Liderleri, Mücahit örgütlerinin aksine hareketin bir siyasi parti olmadığı ve bir hükümet kurma niyetinde olmadığı konusunda ısrar ediyordu. Gerçek bir İslami yönetimin önünü açtıklarını iddia ediyor ve bu temelde hiçbir ücret almayan, sadece silah ve yiyecek alan askerlerinden büyük fedakârlıklar talep ediyorlardı.

Pakistan yardımı

Ancak görüntü ile gerçeklik arasında her zaman büyük bir uçurum vardı. Eğer Taliban vur kaç gerilla savaşı veren bir grup silahlı dini bağnazdan daha fazlası olacaksa, hareket büyük miktarda para, silah ve mühimmatın yanı sıra hatırı sayılır teknik ve askeri uzmanlığa ihtiyaç duyuyordu; bunların hiçbiri onun yoksul askerlerinden sağlanamazdı.

En başından beri, Taliban’ın en önemli destekçisi Pakistan’dı. 1980’ler boyunca Mücahit gruplarına ABD’den para, silah ve uzman aktarımının ana kanalı olan Pakistan’ın güçlü Servisler Arası İstihbaratı (ISI), Afgan siyasetine derinlemesine bulaşmıştı. 1994 yılına gelindiğinde, Benazir Butto hükümeti, Arjantinli Bridas şirketi ile görüşmelerde bulundu ancak güney Afganistan üzerinden bir rota açmaya fazla yaklaşamadılar. Pakistan’ın Afganistan’daki ana vekili oaln Hikmetyar, Kabil’deki çatışmalarda çıkmaza girmişti ve bir çözüm bulması pek olası değildi.

Bir alternatif arayan Butto’nun İçişleri Bakanı Naseerullah Babar, Taliban’ı kullanma fikrine ulaştı. Eylül 1994’te Kandahar ve Herat’tan Türkmenistan’a giden yolu araştırmak için gözlemciler ve ISI görevlilerinden oluşan bir ekip kurdu. Ertesi ay, Butto Türkmenistan’a uçtu ve burada iki önemli savaş ağasının desteğini aldı: Afganistan’ın Türkmenistan sınırına yakın bölgelerini kontrol eden Raşid Dostum ve Herat’ı yöneten İsmail Han. Pakistan ayrıca, uluslararası mali destek çekmek amacıyla, İslamabad’da yerleşik olan bir dizi yabancı diplomatı Kandahar ve Herat’a gönderdi.

Planına bir ölçüde destek sağlayan İçişleri Bakanı Babar, kıdemli bir ISI saha subayının komutası altında, eski ordu şoförlerinin kullandığı ve Taliban savaşçılarının koruduğu 30 askeri kamyondan oluşan bir deneme konvoyu organize etti. Kamyonlar 29 Ekim 1994’te yola çıktı ve yol kapatıldığında, Taliban milislerin hakkından geldi. 5 Kasım’a kadar, Taliban sadece yolu temizlemekle kalmamış, asgari çatışmayla Kandahar’ın kontrolünü de ele geçirmişti.

Bunu izleyen üç ay içerisinde Taliban, Afganistan’ın 31 ilinden 12’sinin kontrolünü ele geçirdi. En azından “zaferlerinin” bir kısmı yerel milis komutanlarına verilen büyük rüşvetlerle sağlanmıştı. 1995 ortalarında yaşadığı askeri gerilemelerden sonra Taliban Pakistan’ın yardımıyla yeniden silahlanıp örgütlendi ve Eylül 1995’te Herat’a girerek Pakistan’dan Orta Asya’ya giden yolu fiilen temizledi. Ertesi ay Unocal, Türkmenistan ile boru hattı anlaşmasını imzaladı.

Pakistan, Taliban’a doğrudan destek verdiğini itiraf etme konusunda her zaman temkinli davrandı ancak bağlantılar oldukça açıktır. Taliban’ın, Afganistan ile sınır bölgelerinde kendi medreselerini yöneten Pakistan merkezli İslamcı aşırılıkçı bir parti olan Cemiyet-i Ulema İslam (CUI) ile yakın bağlantıları var. CUI, Taliban’a okullarından çok sayıda acemi askerin yanı sıra Pakistan ordusunun ve ISI’nin üst kademelerine bir iletişim kanalı sağladı.

Dışarıdan müdahalenin en çarpıcı işareti, Taliban’ın askeri başarısıydı. Bir yıldan biraz fazla bir süre içinde Taliban, bir avuç öğrenciden, güney ve batı Afganistan’ın geniş bölgelerini kontrol eden, tank, top ve hava kuvvetleriyle desteklenen 20.000 kadar savaşçı barındırabilen iyi organize edilmiş bir milis grubuna dönüşmüştü.

Bir yazarın gözlemlediği gibi: “Çoğunluğu eski gerillalardan ve öğrenci amatörlerden oluşan bir gücün, Taliban’ın neredeyse faaliyetlerinin başlangıcından itibaren gösterdiği beceri ve organizasyon derecesi ile hareket etmesi de düşünülemez. Saflarında hiç şüphesiz Afgan silahlı kuvvetlerinin eski üyeleri olsa da, saldırılarının gerçekleştirilme hızı ve karmaşıklığı ile iletişim, hava desteği ve topçu bombardımanları gibi unsurların niteliği, bizi kaçınılmaz olarak şu sonuca çıkarıyor: Pakistan askeri varlığına ya da en azından profesyonel desteğe çok şey borçlular.” [2]

Tek yardım kaynağı Pakistan değildi. Suudi Arabistan da önemli mali ve malzeme yardımı sağlıyordu. Taliban’ın Kandahar’ın kontrolünü ele geçirmesinden kısa bir süre sonra, CUI Başkanı Mevlana Fazlur Rehman, Suudi Arabistan ve Körfez kraliyet aileleri için “av gezileri” düzenlemeye başladı. 1996 yılının ortalarında, Suudi Arabistan, Taliban’ın Kabil’e yönelik saldırısını desteklemek için fon, araç ve yakıt gönderiyordu. Bunun nedenleri iki yönlüydü. Siyasi düzlemde, Taliban’ın köktendinci ideolojisi Suudilerin Vahhabiliğine yakındı; Şii mezhebine ve dolayısıyla Riyad’ın başlıca bölgesel rakibi İran’a ise düşmandı. Daha sıradan bir düzeyde, Suudi petrol şirketi Delta Oil, Unocal boru hattının ortağıydı ve projeyi hayata geçirme umutlarını Taliban’ın zaferine bağlamıştı.

ABD ve Taliban

Pakistan ve Suudi Arabistan gibi ABD de defalarca Taliban’a destekte bulunduğunu kabul etmedi. Bununla birlikte, CIA’in 1980’ler boyunca Pakistan ve ISI ile yakın ilişkisi göz önüne alındığında, Washington’ın Butto hükümetinin Taliban için planlarını bilmemesi ve zımnen onaylamaması son derece olasılık dışıdır. Pakistan’ın Taliban’a desteği herkesçe bilinen bir sırdı ama ABD İslamabad’a ancak 1990’ların sonlarında rejimle ilişkileri konusunda baskı yapmaya başladı.

ABD-Taliban ilişkilerinin bir başka dolaylı kanıtı, Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi üyesi olan, ABD Kongre Üyesi Dana Rohrabacher’in, Taliban’ın kuruluşundan bu yana Afganistan ile ilgili resmi ABD belgelerine erişim sağlama çabalarından geliyor. Afgan kralının destekçisi olan Rohrabacher, kesinlikle Clinton yönetimiyle çözülmesi gereken bir soruna sahipti. Ancak taleplerine verilen yanıt anlamlıydı. İki yıl süren baskıdan sonra, Dışişleri Bakanlığı nihayet 1996’dan sonraki dönemi kapsayan yaklaşık bin belgeyi teslim etti ancak çok önemli olan önceki dönemle ilgili herhangi bir belgeyi vermeyi inatla reddetti.

ABD’nin Taliban veya Pakistanlı yöneticilerle ilk temaslarının kesin ayrıntıları mevcut olmasa da, Washington’ın tutumu açıktı. Yazar Ahmed Raşid şunları yazıyor: “Clinton yönetimi, Washington’ın İran karşıtı politikasıyla uyumlu oldukları ve Orta Asya’da İran’dan uzak duracak herhangi bir güney boru hattının başarısı açısından önemli oldukları için Taliban’a açıkça sempati duyuyordu. ABD Kongresi, CIA’in İran’ı istikrarsızlaştırması için 20 milyon dolarlık gizli bir bütçeye izin vermişti ve Tahran, Washington’ı bu fonların bir kısmını Taliban’a aktarmakla suçlamıştı; bu suçlama Washington tarafından daima

Aslına bakılırsa, 1994’ten 1997’ye kadar olan dönem, Unocal boru hattına destek sağlamayı amaçlayan telaşlı ABD diplomatik faaliyetiyle aynı zamana denk geliyordu. Mart 1996’da, Unocal projesinin bir destekçisi olan önde gelen ABD senatörü Hank Brown, Kabil’i ve diğer Afgan şehirlerini ziyaret etti. Brown, Taliban ile görüştü ve onları Afganistan üzerine ABD’de Unocal tarafından finanse edilen bir konferansa delege göndermeye davet etti. Aynı ayda ABD, Pakistan hükümetine Bridas’la olan anlaşmalarından vazgeçmesi ve Amerikan şirketini desteklemesi için baskı yaptı.

Bir ay sonra, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Güney Asya’dan Sorumlu Müsteşarı Robin Raphel, Pakistan, Afganistan ve Orta Asya’yı ziyaret ederek devam eden çatışmaya siyasi bir çözüm bulunması çağrısında bulundu. Raphel medyaya verdiği demeçte, “Siyasi istikrar sağlanamazsa buradaki ekonomik fırsatların kaçırılacağından endişe duyuyoruz,” dedi. Raphel, Taliban liderleriyle herhangi bir görüşme yapmadı veya başka herhangi bir resmi destek belirtisi sunmadı. Ancak ABD, 1990’ların sonlarında rejime verdiği ültimatomların temelini oluşturacak olan kadın hakları, uyuşturucu ve terörizm konusunda Taliban’ı sert bir şekilde eleştirmiyordu. Her üç konuda da, kasıtlı olarak göz ardı edilmedikçe, bol miktarda kanıt vardı.

* Kandahar’ın ele geçirilmesinden beri, Taliban’ın en temel demokratik haklara bile göz yummayacağı açıktı. Kız çocukları okullardan ve kadınlar işyerlerinden men edilmişti; bu adımlar muazzam zorluklar yarattı. Kadın ve erkeklere katı, hatta saçma bir kıyafet kuralı uygulandı ve video ve televizyondan uçurtma uçurmaya kadar neredeyse her türlü eğlence yasaklandı. Din polisi, suçlulara sokakta keyfi adalet dağıtarak sosyal yasayı uyguladı. Zina ve eşcinsellik de dahil olmak üzere çok çeşitli suçlar için halka açık infazlar yapıldı. Tüm baskı sisteminin amacı, insanları terörize ederek Taliban’ın mollalarından başka kimsenin söz hakkı olmadığı teokratik diktatörlüğü kabul ettirmekti. Hatta onların kararları bile Kandahar’daki Molla Ömer tarafından vetoya tabi tutulabiliyordu.

* Büyük Afgan eroin sektörünün durumuna gelince, ABD onun genişlemesinde önemli bir rol oynadı. 1980’ler boyunca, Mücahit grupları ve onların Pakistanlı yöneticileri, ülke dışına büyük miktarlarda afyon kaçırmak amacıyla, Afganistan’a silah sokmak için CIA yardımıyla kurulan gizli tedarik hatlarını kullandılar. CIA, Sovyet ordusuna karşı savaşı sürdürmek adına uyuşturucu ticaretini görmezden geldi. 1990’ların başında Afganistan, dünyanın en büyük afyon üreticisi olarak Burma’ya rakip oldu. ABD, başlangıçta afyon ekimini yasaklama sözü veren ancak Afganistan’ın harap olmuş ekonomisinde çok az alternatif gelir kaynağı olduğunu fark ettikten sonra kararını hızla iptal eden Taliban’a karşı hemen hemen aynı tutumu sergiledi. Taliban’ın Kandahar’ı almasından sonra, çevre ilden afyon üretimi yüzde 50 arttı. Taliban’ın kuvvetleri daha kuzeye doğru ilerledikçe, bir bütün olarak ülke için tahmini üretim 1997’de 2.800 tona yükselerek 1995’e kıyasla en az yüzde 25 arttı. Bunların hiçbiri o sırada Washington’da açık kınamalara yol açmadı.

* ABD’nin İslamcı aşırılık tehdidine karşı tutumu da bir o kadar ikiyüzlüydü. 1980’lerde ABD sadece genel olarak Mücahitlere destek vermekle kalmadı, 1986’da Pakistan’ın tüm Müslüman dünyanın Sovyet karşıtı savaşı desteklediğini göstermek için uluslararası savaşçılar toplama planını da özel olarak onayladı. Plana göre, Ortadoğu, Orta Asya, Afrika ve Filipinler’den tahminen 35.000 İslamcı militan Afganistan’da savaşmak için eğitildi ve silahlandırıldı. Arap Afganlar arasında öne çıkan isim, 1980’den beri Pakistan’da Mücahitler için yollar ve depolar inşa eden zengin bir Yemenli inşaat patronunun oğlu olan Usame bin Ladin’di. Usame bin Ladin, 1986’da devasa Khost tünel kompleksini silah deposu ve eğitim tesisi olarak inşa etmek için CIA ile birlikte çalıştı, ardından kendi eğitim kampını inşa etmeye devam etti ve 1989’da Arap Afganlar için El Kaide’yi kurdu.

Kabil’in düşüşü

1990’ların ortalarında, ABD’nin Taliban’a karşı tavrını bin Ladin, uyuşturucu ya da demokratik haklar belirlemiyordu. ABD’li yetkili Robin Raphel, 1996’nın ortalarında Taliban’ı resmen kucaklamak konusunda ikircikli idiyse, bunun nedeni Washington’ın, Taliban savaşçılarının rakiplerini yenip Unocal projesi için istikrarlı bir siyasi ortam sağlayıp sağlayamayacağından emin olmamasıydı.

1995’te Herat’ın ele geçirilmesinden sonra Taliban, saldırısının odağını Kabil’e doğru kaydırdı. Tüm taraflar, beklenen hesaplaşma için Afganistan içindeki vekillerini silahlandırdı. Pakistan ve Suudi Arabistan, Taliban’a ikmal sağladı, Kandahar havaalanını modernize etti ve yeni bir telefon ve radyo ağı kurdu. Rusya ve İran, Kabil’in hemen kuzeyindeki Bagram Hava Üssü üzerinden Rabbani rejimine ve müttefiklerine silah, mühimmat ve yakıt gönderdi. Hindistan, Afganistan’ın ulusal havayolunu yenileyerek ve para sağlayarak Rabbani’ye dolaylı olarak yardım etti.

BM, ABD ve diğer ülkelerin Rabbani ile Taliban arasında bir anlaşmaya aracılık etme girişimleri başarısız oldu. Ağustos 1996’da, Taliban birlikleri Pakistan sınırındaki Celalabad’ı ele geçirdi ve sonunda muhalefet güçlerini ertesi ay Kabil’den çekilmeye zorladı. Taliban’ın ilk işlerinden biri, 1992’den beri başkentteki BM yerleşkesinde diplomatik dokunulmazlık altında yaşayan Necibullah’a ve kardeşine vahşice işkence edip öldürmek ve parçalanmış bedenlerini sokağa asmak oldu. Washington’ın buna tepkisi şu şekilde açıklanıyor:

“Kabil’in Taliban tarafından ele geçirilmesinden birkaç saat sonra ABD Dışişleri Bakanlığı, Kabil’e bir yetkili göndererek Taliban ile diplomatik ilişkiler kuracağını duyurdu ve sonra bu duyuruyu da hızla geri çekti. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Glyn Davies, ABD’nin Taliban’ın İslam hukuku uygulamak için attığı adımlarda ‘sakıncalı bir şey’ görmediğini söyledi. Davies, Taliban’ı Batı karşıtı olmaktan çok modernizm karşıtı olarak nitelendirdi. ABD Kongre üyeleri Taliban’dan yana ağırlığını koydu. Unocal projesinin bir destekçisi olan Senatör Hank Brown, ‘Olanların iyi yanı, hiziplerden birinin sonunda Afganistan’da bir hükümet kurabilecek durumda olması,’ dedi.” [4]

Unocal’ın yanıtı da neredeyse aynıydı. Şirket sözcüsü Chris Taggert, Taliban’ın zaferini memnuniyetle karşıladı ve boru hattı projesini tamamlamanın artık daha kolay olacağını açıkladı. Sonra bu açıklamayı hızla geri çekti. Bunun anlamı açıktı. ABD, Taliban’ı Unocal projesi için gereken istikrarı sağlamanın en iyi yolu olarak görmüştü ancak kendi kontrolü tartışmasız olana kadar yeni rejimi açıkça desteklemeye razı değildi.

Kasım 1996’da kapalı bir BM oturumunda konuşan Raphel açıkça durumu şöyle ifade ediyordu: “Taliban ülkenin üçte ikisinden fazlasını kontrol ediyor. Afganlar, yerliler ve dayanma gücü gösterdiler. Başarılarının gerçek kaynağı, birçok Afgan’ın, özellikle Peştunların, şiddetli sosyal kısıtlamalar olacak olsa bile, bitmeyen çatışma ve kaosu bir ölçüde barış ve güvenlik ile örtülü olarak takas etme istekliliği olmuştur. Taliban’ın tecrit edilmesi ne Afganistan’ın ne de buradaki herhangi birimizin çıkarınadır.”

Unocal, Washington’un desteğiyle, Taliban liderlerini aktif olarak elde etmeye çalışmayı sürdürdü. Taliban liderleri ise en kazançlı anlaşmayı elde etme çabasıyla Bridas’a karşı bu Amerikan şirketine oynuyordu. Unocal, Taliban’ın elindeki Kandahar’daki bir yardım programına paravan olarak Omaha Üniversitesi’ndeki Afganistan Araştırmaları Merkezi’nin kurulmasına yaklaşık 1 milyon dolar sağladı. Şirketin “yardım”ının ana sonucu, boru hatlarını inşa etmek için ihtiyaç duyulan boru tesisatçılarını, elektrikçileri ve marangozları eğitecek bir okuldu. Kasım 1997’de Unocal, Teksas, Houston’da bir Taliban heyetini ağırladı ve heyet ziyaret sırasında Dışişleri Bakanlığı yetkilileriyle bir araya geldi.

Washington’ın siyasi değişimi

Ancak siyasi rüzgarlar çoktan yön değiştiriyordu. Kilit dönüm noktası, Mayıs 1997’de, Taliban’ın kuzeydeki büyük şehir Mezar-ı Şerif’i ele geçirmesi ve dini-sosyal kısıtlamalarını Özbek, Tacik ve Şii Hazarlardan oluşan düşmanca ve şüpheli bir nüfusa dayatmaya çalışmasıyla geldi. Yaptıkları, şehirdeki yoğun çatışmalarda yaklaşık 600 Taliban askerinin öldürüldüğü bir isyana yol açtı. En az 1000 kişi daha kaçmaya çalışırken yakalandı ve iddiaya göre katledildi. Sonraki iki ay boyunca, Taliban, o zamana kadarki en kötü askeri yenilgiyle kuzey cephelerinden geri püskürtüldü. 10 hafta süren çatışmalarda 3.000’den fazla ölü ve yaralı verdiler ve 3.600 savaşçıları esir alındı.

Mezar-ı Şerif sadece bir askeri yenilgi değildi. Taliban yeniden toparlandı, Ağustos 1998’de şehri tekrar ele geçirdi, erkek, kadın ve çocuk binlerce Şii Hazara’yı katletti ve 11 İranlı yetkiliyi ve bir gazeteciyi öldürerek neredeyse İran’la bir savaş çıkarıyordu. Ancak Mayıs 1997 olayları, Peştun olmayanlar arasında Taliban’a yönelik derin düşmanlığı ortaya çıkardı. Bu, iç savaşın kaçınılmaz olarak uzun süreceğini ve Taliban’ın kuzeydeki muhalefet kalelerini almayı başarsa bile isyanların ve daha fazla siyasi istikrarsızlığın muhtemel olduğunu gösteriyordu.

Mezar-ı Şerif fiyaskosunun hemen ardından Washington’da birkaç önemli karar alındı. Temmuz 1997’de, Clinton yönetimi ani bir politika değişimiyle, İran’dan geçen bir Türkmenistan-Türkiye doğalgaz boru hattına karşı muhalefetine son verdi. Ertesi ay, Royal Dutch Shell de dahil olmak üzere Avrupalı şirketlerden oluşan bir konsorsiyum bu tür bir proje için planlarını açıkladı. Avustralyalı BHP Petroleum tarafından imzalanan ayrı bir anlaşma, İran’dan Pakistan’a ve sonunda Hindistan’a ulaşan başka bir doğalgaz boru hattı önerdi.

Aynı dönemde ABD ile Türkiye, Azerbaycan’daki Bakü’den Gürcistan üzerinden Türkiye’nin Akdeniz’deki Ceyhan limanına kadar uzanan büyük bir petrol boru hattı ile bir “taşıma koridoru” fikrine ortaklaşa sponsor oldular. Washington, Türkmenistan ve Kazakistan’ı Hazar Denizi’nin altından geçen ve aynı koridor boyunca uzanan doğalgaz ve petrol boru hatları inşa ederek plana katılmaya çağırmaya başladı.

Unocal’ın Türkmenistan’dan bir doğalgaz boru hattı planı şimdi rekabetle karşı karşıyaydı. Ayrıca bu rakip teklifler, en azından kısa vadede, politik olarak daha istikrarlı olmayı vaat eden rotalar üzerindeydi. Hem Bridas hem de Unocal güney Afganistan’daki planlarını ilerletti ancak beklentiler giderek daha belirsiz görünüyordu. 1997 sonlarında Unocal Başkan Yardımcısı Marty Millar şu yorumu yaptı: “Bu projenin ne zaman başlayacağı belli değil. Proje, Afganistan’daki barışa ve birlikte çalışabileceğimiz bir hükümete bağlı. Bu, bu yılın sonu, gelecek yıl veya bundan üç yıl sonra olabilir ya da savaş devam ederse bu proje suya düşebilir.”

Washington’ın siyasi retoriğinde de paralel bir değişim yaşanmaya başladı. Kasım 1997’de ABD Dışişleri Bakanı Madeline Albright, Pakistan’ı ziyareti sırasında yeni gidişatı belirledi. Taliban’ın kadınlara yönelik politikalarını “aşağılık” olarak kınama ve Pakistan’ı uluslararası tecrit riskiyle karşı karşıya olduğu konusunda açıkça uyarma fırsatını değerlendirdi. Washington, Taliban’ın eroin ticaretine karışması ve “İslami terör”ün tehlikeleri konusunda Pakistan’a baskı yapmaya başladı.

ABD politikasındaki değişiklik, Ağustos 1998’de Kenya ve Tanzanya’daki ABD büyükelçiliklerinin bombalanmasının ardından Clinton yönetimi, Usame bin Ladin’in Afganistan, Host’taki eğitim kamplarına seyir füzeleri fırlattığında tamamlandı. Bin Ladin, altı yıllık bir aradan sonra Mayıs 1996’da Afganistan’a dönmüştü ve bu süre zarfında ABD’nin Basra Körfezi ve Ortadoğu’daki rolü konusunda giderek daha düşmanlaşıyordu. Bin Ladin, Ağustos 1996’da ABD’ye karşı cihat için halka açık çağrılar yapmaya başladı. Afrika’daki bombalı saldırılardan sonra Washington, bin Ladin’in olaylara dahil olduğuna dair herhangi bir kanıt sunmadan Taliban’ın onu teslim etmesini talep etmeye başladı.

ABD, Unocal boru hattı projesini askıya aldı ve tüm personelini Kandahar ve İslamabad’dan çekti. Bardağı taşıran son damla, petrol fiyatlarının varil başına 25 dolardan 13 dolara indiği ve bunun da Unocal’ın boru hattı projesini en azından kısa vadede ekonomik olmayan hale getirdiği 1998’in sonunda geldi. Aynı zamanda, Clinton yönetiminin bin Ladin’in teslim edilmesi yönündeki talepleri ile uyuşturucu kontrolü ve insan hakları konusundaki hamle, 1999’da Taliban’a uygulanan ve ardından 2001 başlarında güçlendirilen bir dizi cezalandırıcı BM yaptırımının temeli oldu.

Taliban’a ve Pakistan’a yapılan yoğun baskıya rağmen ABD’nin hiçbir talebi karşılanmadı. 1998 ve 1999’da Taliban yeni askeri saldırılar başlattı ve kontrolünü genişleterek rakiplerini kuzeydoğudaki topraklara sürdü. Ancak Rusya ve İran, Taliban’ın muhaliflerini tedarik etmeye ve silahlandırmaya devam ederken, iç savaş herhangi bir sonuca varmaya yakın değildi. BM yaptırımları, Washington’ın herhangi bir rakibinin Afganistan’da avantajlı bir konum elde etmesini engellemeyi başarmıştı fakat ABD’yi bölgede sağlam bir köprübaşı oluşturmaya yaklaştırmamıştı.

Şimdi de ABD yönetimi, New York ve Washington’a yönelik 11 Eylül saldırılarını, Orta Asya’ya yönelik uzun süredir devam eden planlarını kararlılıkla sürdürmek için fırsat bildi. Bush, herhangi bir kanıt sunmadan, ABD’deki yıkımdan hemen bin Ladin’i sorumlu tuttu ve Taliban rejimine bir dizi ültimatom verdi: bin Ladin’i teslim edin, El Kaide tesislerini kapatın ve ABD’ye tüm “terörist eğitim kampları”na erişim izni verin. Taliban onun açık uçlu taleplerini reddettiğinde ise, Bush, generallerine, açıkça ilan edilen “rejimi devirme” hedefiyle, binlerce bomba ve seyir füzesini Afganistan’a fırlatma işareti verdi.

Bush yönetimine ve uluslararası medyaya inanılacak olursa, Washington’ın dünyanın en geri kalmış ülkelerinden birine karşı yürüttüğü kapsamlı ve maliyetli savaşın tek amacı bin Ladin’i yakalamak ve onun El Kaide ağını yok etmektir. Ancak bu tarihsel incelemenin gösterdiği gibi, Washington’ın Afganistan’daki hedefleri, terörizm korkusu veya insan hakları konusundaki kaygılar tarafından belirlenmiyor. ABD, Özbekistan’daki birlikleriyle ilk kez Orta Asya cumhuriyetlerinde askeri bir varlık oluşturdu ve düzenlediği askeri harekât, Afganistan’da Taliban sonrası herhangi bir rejimin şartlarını dikte etmesini sağlıyor. Bin Ladin yarın ölse ve örgütü yok edilse bile, Washington’ın bu kilit stratejik bölgenin ve onun geniş enerji rezervlerinin egemenliğine yönelik bu ilk adımlardan geri adım atmaya hiç niyeti yoktur.

Dipnotlar:

[1] Taliban: Islam, Oil and the New Great Game in Central Asia, Ahmed Rashid, I.B Tauris, 2000, s. 32.

[2] Afghanistan: A New History, Martin Ewers, Curzon, 2001, s. 182-3.

[3] Taliban: Islam, Oil and the New Great Game in Central Asia, s. 46.

[4] Age., s. 166.

Loading