Perspektif

1 Mayıs 2022’nin Zorlu Görevi: İşçi Sınıfının Kapitalizme, Ulusal Şovenizme ve Savaşa Karşı Uluslararası Birliği!

24 Şubat 2022’de patlak veren savaş, dünya çapında tarihi önemde bir olaydır. Tüm büyük çatışmalarda olduğu gibi, “ilk kim ateş etti” sorusu tamamen ikincil öneme sahiptir. Rusya’nın Ukrayna’yı istilasının pervasız, beceriksiz ve umutsuz karakteri, Putin rejiminin siyasi olarak iflas etmiş ve gerici karakterini ortaya koymakta ancak savaşın daha derinde yatan nedenlerini açıklamamaktadır.

Ukrayna’da savaşın patlak vermesi uzun zamandır öngörülüyordu. NATO’nun Sovyetler Birliği’nin dağıtılmasının ardından amansız genişlemesi, her zaman Rusya ile savaşa yönelik olmuştur. Viktor Yanukoviç liderliğindeki hükümetin Şubat 2014’te ABD tarafından organize ve finanse edilen bir darbeyle devrilmesi, açıkça Ukrayna’yı NATO yörüngesine sokmayı ve Rusya’ya karşı gelecekteki bir savaşın fırlatma rampasına dönüştürmeyi amaçlıyordu. Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin 2014’teki 1 Mayıs toplantısında açıkladığı gibi:

Bu darbenin amacı Ukrayna’yı ABD ve Alman emperyalizminin doğrudan denetimine sokacak bir yönetimi iktidara getirmekti. Washington’daki ve Berlin’deki komplocular, bu darbenin Rusya ile bir cepheleşmeye yol açacağını çok iyi biliyorlardı. Gerçekte, ABD ve Almanya, bir cepheleşmeyi önlemeye çalışmak şöyle dursun, kendi uzun vadeli jeopolitik çıkarlarının gerçekleşmesi için Rusya ile bir çatışmanın gerektiğine inanıyor.

ABD-NATO güçlerinin kışkırttığı bu savaş artık başlamıştır. Evsiz kalanların, yaralananların ve hatta öldürülenlerin ezici çoğunluğu, savaşa yol açan politikalar ve kararlardan sorumlu değildir. Ancak masum kurbanların acıları, hem savaşa yol açan siyasi ve ekonomik çıkarların ifşa edilmesini engellemek hem de çatışmanın tırmanması için gerekli olan Rusya karşıtı nefreti kışkırtmak için utanmazca sömürülmektedir.

Amerikan ve Avrupa emperyalizminin propaganda organlarına göre, Rusya’nın Ukrayna’yı istilası, dünyanın vicdanını sarstı. Bu hikâyeye göre, dünya, Kremlin suçsuz komşusuna karşı tamamen sebepsiz bir saldırı başlatana kadar barış içinde mutlu mesut yaşıyordu.

Ne büyük ve ikiyüzlü bir yalan! Son otuz yıldır Amerika Birleşik Devletleri sürekli olarak savaştadır ve dünyanın her yerinde çatışmalar başlatmıştır. Amerika Birleşik Devletleri, genellikle NATO’daki astlarının doğrudan desteğiyle, Orta Asya, Ortadoğu, Afrika, Balkanlar ve elbette Karayipler’deki ülkeleri bombalamış ve/veya istila etmiştir.

Biden yönetiminin ve Merkezi İstihbarat Teşkilatı’ndan (CIA) gelen günlük konuşma konularını tekrarlayan yozlaşmış Amerikan medyasının tüm iddiaları doğru kabul edilse bile, Ukrayna’nın hem sivil hem de askeri can kaybı, Amerika Birleşik Devletleri tarafından yürütülen savaşlara yüklenebilecek ölüm sayısının kat kat altındadır. Amerikan Üniversitesi’nde antropoloji profesörü olan David Vine tarafından yazılan The United States of War’a göre:

Sadece Afganistan, Irak, Suriye, Pakistan ve Yemen’de ABD kuvvetlerinin bu ülkelerde savaşmaya başlamasından bu yana tüm taraflardan tahminen 755.000 ila 786.000 sivil ve savaşçı öldü. Bu rakam ABD’nin ölü sayısının yaklaşık 50 katıdır.

Ancak bu sadece savaşta ölen savaşçıların ve sivillerin sayısıdır. Çok daha fazla insan savaşların neden olduğu, sağlık sistemlerinin, istihdamın, temizlik altyapısının ve diğer yerel altyapıların yok edilmesinin yol açtığı hastalık, açlık ve yetersiz beslenme sonucu hayatını kaybetti. Bu ölümler hâlâ araştırmacılar tarafından hesaplanıyor ve tartışılıyor ancak toplam sayı muhtemelen en az 3 milyondur. Bu, ABD’nin ölü sayısının yaklaşık 200 katıdır. 4 milyon kişinin öldüğünün daha doğru olması muhtemeldir ancak bu bile ihtiyatlı bir sayıdır.

Bu arada, ABD önderliğindeki savaşlar tüm mahalleleri, şehirleri ve toplumları mahvetti. Yaralanan ve travma geçirenlerin toplam sayısı on milyonlara varıyor. Afganistan’da, anketler nüfusun üçte ikisinin zihinsel sağlık sorunları olabileceğini, yarısının anksiyeteden ve beşte birinin travma sonrası stres bozukluğundan (TSSB) mustarip olabileceğini göstermiştir. 2007 yılında Irak’taki bütün gençlerin yüzde 28’i beslenme yetersizliği çekiyordu. Bağdat halkının yarısı travmatik bir olay yaşamıştı ve yaklaşık üçte birine TSSB teşhisi konmuştu. 2019 itibarıyla Irak, Afganistan, Yemen ve Libya’da muhtemelen 10 milyondan fazla insan yerinden yurdundan edilmiş durumda. Bu insanlar ya sığınmacı oldular ya da ülke içinde yerlerinden edildiler.

İnsani zararın yanı sıra, 2001 sonrası ABD önderliğindeki savaşların mali bedeli o kadar büyük ki, neredeyse akıl almaz boyutta. 2020 yılı sonuna kadar ABD’li vergi mükellefleri 2001 sonrası savaşlar için en az 6,4 trilyon dolar ödediler ya da nihayetinde ödeme yapmak zorunda kalacaklar. Buna gazilerin ilerideki ödenekleri ve savaşlar için borç alınan paranın faiz ödemeleri dahildir. Görünüşe göre sonu gelmeyen bu savaşların gerçekte ne zaman bittiğine bağlı olarak gerçek maliyetlerin yüz milyarlarca veya trilyonlarca dolar daha fazla olması muhtemeldir. [s. xvii-xix]

Doğrusu, ufukta bir son görünmüyor. Biden’ın Nisan 2021’de Afganistan’daki “ebedi savaşı” sona erdirdiğini açıklaması, Amerikan silahlı kuvvetlerinin Rusya ve Çin ile doğrudan çatışma için stratejik yeniden konuşlandırılması yönünde sinik bir örtüydü.

Son otuz yılın tüm savaşları, bariz yalanlarla ve uluslararası hukuku doğrudan ihlal ederek meşrulaştırılmıştır. Irak’ın “kitle imha silahlarına” sahip olduğu iddiası, bu yalanların en meşhurudur.

1946’daki Nürnberg Savaş Suçları Mahkemesi’nde, Nazi liderleri, acil veya yakın bir askeri saldırı tehdidine yanıt vermek şöyle dursun, savaşı devlet politikasının bir aracı olarak sürdürmekten oluşan “barışa karşı suçlar”dan yargılandı ve mahkûm edildi. Amerikan emperyalizminin savaşları, barışa karşı işlenen suçlar kategorisine girmektedir; yani bunlar, siyasi amaçlar doğrultusunda başlatılan ve yürütülen savaşlardır.

Amerikan emperyalizminin küresel saldırısının tarihsel ve küresel siyasi bağlamı, mevcut savaşın anlaşılması bakımından, son derece alakalıdır.

1989-1991 yılları arasında Doğu Avrupa’daki Stalinist rejimlerin ve sonunda SSCB’nin dağıtılması, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan askeri gücünün uygulanmasına getirilen sınırlı kısıtlamaları bile ortadan kaldırdı. Başkan George Herbert Walker Bush’un 1991’de –Sovyetler Birliği dağılmanın ve kapitalist restorasyonun son aşamasına girmişken Mihail Gorbaçov’un desteğiyle– Irak’a karşı ilk savaşı başlatırken ilan ettiği gibi, Amerika Birleşik Devletleri “yeni bir dünya düzeni” kurmaya kararlıydı.

Bu projeye yön veren, güçlü nesnel ekonomik ve jeostratejik zorunluluklardı. ABD’yi Soğuk Savaş’ın kesin ve muzaffer galibi olarak gösteren 1991 sonrası anlatıların aksine, SSCB’nin dağıtılmasından önceki on yıllar, Amerika’nın gerilemesinin hızlandığı bir dönem olmuştu.

ABD’nin 1945’te hayata geçirdiği küresel ekonomik üstünlük, 1960’lar, 1970’ler ve 1980’lerde önemli ölçüde gerilemişti. Amerika’nın dünya ekonomik egemenliğinin temeli (1944 Bretton Woods Konferansı’nda belirlenen altının onsunun 35 dolara çevrilebilirliği), ABD ticaret dengeleri bozuldukça sürdürülemez hale geldi. Bu sistem, Ağustos 1971’de ABD tarafından tek taraflı olarak reddedildi.

Küresel ekonomik konumunun bozulması, içeride sınıf mücadelesinde yaşanan militan patlamalarla daha da kötüleşti. Siyah işçi sınıfının yurttaşlık hakları için kitlesel hareketi, bunun güçlü bir ifadesiydi. Aynı zamanda, Amerikan emperyalizminin dünyanın dört bir yanındaki kitlelerin sömürgecilik karşıtı hareketini kanla bastırmaya çalışması (en vahşicesi Vietnam’dı), öğrenci gençliğin geniş kesimlerinin radikalleşmesine ve çok büyük bir savaş karşıtı hareketin ortaya çıkmasına yol açtı.

Amerika Birleşik Devletleri’nde 1960 ile 1990 arasındaki yıllar siyasi istikrarsızlık ve toplumsal kutuplaşma ile damgalandı. Kent ayaklanmaları, kitlesel protesto hareketleri, siyasi suikastlar ve uzun süreli, şiddetli grevler, 1960 ile 1990 arasındaki Amerikan gerçekliğinin başlıca özellikleriydi.

SSCB içindeki Stalinist rejimin krizi de Amerikan emperyalizminin krizine paralel gelişiyordu. Hiç şüphesiz, Sovyetler Birliği, Nazi Almanya’sına karşı –sarsıcı düzeyde bir insan kaybı pahasına da olsa– galip gelerek, II. Dünya Savaşı’nın ardından önemli ilerlemeler kaydetmişti. Ancak Sovyetler Birliği’nin temel ve kaçınılmaz paradoksu, ekonomisinin büyümesinin ve karmaşıklığının artmasının, ulusalcı “tek ülkede sosyalizm” programına dayanan tüm Stalinist sistemin krizini yoğunlaştırıyor olmasıydı.

Sovyetler Birliği’nin savaştan sonraki yirmi yılda gerçekleştirdiği etkileyici büyüme oranlarına rağmen, sosyalizme giden ulusal bir yol anlayışı, dünya pazarı ve uluslararası işbölümü biçimindeki nesnel gerçeklik ile çelişiyordu. Sovyet ekonomisinin başına bela olan dengesizlikler ve düşük üretkenlik düzeyi, dünya ekonomisi ile ulus devlet sistemi arasında var olan ve tüm ülkeleri etkileyen çelişkinin en uç örneğini oluşturuyordu.

Sovyet ekonomisinin gelişimi, küresel ekonominin kaynaklarına erişimi gerektiriyordu. Fakat bu erişim yalnızca iki yoldan biriyle sağlanabilirdi: 1) planlama ilkesinin terk edilmesi, kapitalizmin geri getirilmesi; SSCB’nin dağıtılması ve onu oluşturan parçaların dünya kapitalist sistemine entegrasyonu yoluyla veya 2) özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi ve bu temelde ulusal sınırların kaldırılması ve küresel ölçekte bilimin yol göstericiliğinde demokratik ekonomik planlamanın geliştirilmesi yoluyla.

İkinci alternatif, Stalinist rejim çerçevesinde mümkün değildi. Sovyetler Birliği’nin ulusalcı politikası, ayrılmaz bir şekilde Kremlin bürokrasisinin maddi çıkarlarına dayanıyordu. Bürokrasinin Sovyetler Birliği’nin kaynaklarına ayrıcalıklı erişimini sürdürmesinin yolu, iktidarı sistematik olarak kötüye kullanmasıydı. Kremlin, SSCB içinde ve uluslararası alanda, iktidarını tehdit eden devrimci bir işçi sınıfı hareketinin ortaya çıkmasına dehşetle bakıyordu.

Stalin’in 1953’te ölmesi, Kremlin rejiminin, SSCB’de sosyalizmin canlanmasını ve uluslararası alanda zafer kazanmasını sağlayacak geniş kapsamlı reformlar başlatacağı yanılsamasını yarattı. Troçki’nin, Stalinizmin karşıdevrimci karakteri ve siyasi bir devrimin gerekliliği konusundaki ısrarının bu şekilde reddedilmesi, Pablocu revizyonizmin teorik ve siyasi ayırt edici özelliğini oluşturuyordu.

Ancak SSCB’nin 1953’te Doğu Almanya’daki ayaklanmaya ve 1956 Macar Devrimi’ne şiddetli yanıtı, 1962’deki Novoçerkassk işçi katliamı ve 1968’de Çekoslovakya’nın istila edilmesi, Kremlin bürokrasisinin devrimci sosyalist bir meydan okumayı hoş görmeyeceğini kanlı bir şekilde gösterdi.

Bürokrasiye karşı hareketin bastırılamayacağı, özellikle 1980-81’deki (başlangıçta gerçek bir devrimci potansiyele sahip olan) Polonya Dayanışma hareketi sırasında netleşince, Kremlin Sovyet ekonomisinin sistemsel krizine aktif olarak karşıdevrimci çözümün peşine düşmeye başladı: yani, Sovyetler Birliği’nin dağıtılması ve kapitalizmin restorasyonu.

Gorbaçov’un 1985’te parti lideri seçilmesi ve perestroykanın uygulamaya konması, Ekim Devrimi’ne karşı Stalinist karşıdevrimin doruk noktası olan son aşamanın başlangıcı oldu.

Gorbaçov’un politikasındaki temel bir unsur, Sovyetler Birliği’nin sınıf mücadelesi ve emperyalizme karşı muhalefet ile biçimsel olarak özdeşleştirilmesinin bile açıkça reddedilmesiydi. 1989’da, Uluslararası Komite, Perestroykaya Karşı Sosyalizm başlıklı kitapta şunları açıkladı:

Yeni Sovyet dış politikasının ayırt edici özellikleri; Sovyet politikasının uzun vadeli bir hedefi olarak uluslararası sosyalizmin koşulsuz reddedilmesi, Sovyetler Birliği ile dünya çapındaki anti-emperyalist mücadeleler arasında her türlü siyasi dayanışmanın bırakılması ve dış politikanın formüle edilmesiyle alakalı bir etmen olarak sınıf mücadelesinin açık bir şekilde reddedilmesidir. Sovyet dış politikasındaki değişiklikler, ekonominin dünya kapitalizminin yapısıyla süregelen bütünleşmesiyle ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır. Kremlin’in ekonomik hedefleri, Sovyetler Birliği’nin dış politikası ile sınıf mücadelesinin ve anti-emperyalizmin herhangi bir biçimi arasındaki kalıcı her türlü ilişkiden kesin ve koşulsuz olarak vazgeçmesini gerektiriyor. İşte bu yüzden Gorbaçov, geçtiğimiz Aralık ayında, 1917 Ekim Devrimi’nin, 1789 Fransız Devrimi gibi, başka bir tarihsel devre ait olduğunu ve modern dünyayla alakasız olduğunu ilan etmesinin kürsüsü olarak Birleşmiş Milletler’i seçti.

Sovyet basınında düzenli olarak, önceki Kremlin liderlerinin dış politikasını, uluslararası proletaryanın çıkarlarına ihanet ettikleri için değil de Amerika Birleşik Devletleri’ne çok fazla düşman oldukları için kınayan makaleler çıkıyor. Sovyet dış politikası, emperyalizme herhangi bir düşmanlığı yansıttığı ölçüde, bir siyasi akıldışıcılık biçimi olarak alaya alınıyor. Soğuk Savaş’ın patlak vermesi artık emperyalist saldırganlığa değil, SSCB’nin dogmatik bir anti-kapitalist ideolojiye bağlılığına dayandırılıyor.

Marksizmin karşıdevrimci Stalinizm tarafından kökten revize edilmesi (sosyalizmin ulusal bir çerçeve içinde inşa edilebileceği iddiası), yerini, Gorbaçov rejiminin hile ve cahillikte aşağı kalmayan şu argümanına bıraktı: Rusya, sosyalistlik iddialarından vazgeçtiğinde zenginlik yağmuruna tutulacak ve dünya kapitalist sisteminin yapılarına barışçıl bir şekilde entegre edilecekti. Rusya’nın, Marksizmin ideolojik bir uydurması denilerek reddedilen emperyalizmden korkacak hiçbir şeyi yoktu. Bu çizgiyi en ateşli savunanlar arasında Sovyet bürokrasisinden genç bir aparatçik olan Andrey Kozırev de vardı. Kozırev 1989’da şunları yazdı:

Amerika Birleşik Devletleri’nin tekelci burjuvazisine bir bütün olarak bakıldığında, onun gruplarının çok azının ve ana gruplarından hiçbirinin militarizmle bağlantılı olmadığı görülür. Örneğin, pazarlar veya hammaddeler için veya dünyanın paylaşılması ve yeniden paylaşılması için askeri bir mücadeleden söz etmeye artık gerek yoktur.

Bugün bu satırları Rusya’ya karşı ABD-NATO savaşı felaketinin ortasında yeniden okurken, Sovyet bürokrasisi ve nomenklatura içinde hüküm süren hilekârlık ve kendi kendini kandırma düzeyine hayret etmemek mümkün değildir. Ancak bu hilekârlık ve kendini kandırma, bir ayrıcalıklı kasttanbir egemen sınıfa dönüşmeye çalışan bürokrasinin maddi çıkarlarından kaynaklanıyordu. Kozırev’e gelince, o, Yeltsin yönetiminde Dışişleri Bakanı oldu ve Amerikan emperyalizminin ex officio ajanı olarak hizmet etti.

Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği’nin dağıtılmasını, uzun süreli ekonomik gerilemesini dengelemek üzere tartışmasız askeri üstünlüğünü kullanmak için tarihi bir fırsat olarak gördü. ABD’nin karşı konulamaz küresel hegemonyasını kurmak için “tek kutuplu uğrak” –herhangi bir inandırıcı askeri rakibin yokluğu– kullanılacaktı.

Ancak bu projenin Beyaz Saray ve Pentagon stratejistlerinin beklediğinden daha zor olduğu kanıtlandı. ABD’nin başlattığı savaşlar, küçük düşürücü bir başarısızlıkla karşılaştı. Ortadoğu ve Orta Asya’daki kanlı çatışmalar ABD’nin stratejik hedeflerinden hiçbirine ulaşamadı. Dahası, ABD “ebedi savaşlar”ında çıkmaza girerken, Çin, ABD’nin önemli bir ekonomik ve potansiyel askeri rakibi olarak ortaya çıktı.

Hegemonya arayışı, bir dizi yıkıcı ekonomik kriz tarafından daha da baltalandı. 2008’deki Wall Street iflası, tüm dünya kapitalist sistemini çöküşün eşiğine getirdi. Bu ancak mali sisteme trilyonlarca dolar akıtılmasını gerektiren gözü kara bir kurtarma paketiyle önlendi. Ancak daha 2008 iflasına yol açan temel sorunları çözmeden, 2020’de COVID-19 pandemisinin tetiklediği bir başka piyasa çöküşünü durdurmak için daha da büyük bir kurtarma paketi gerekli oldu.

Amerika Birleşik Devletleri’nde bir milyon ve dünya çapında yaklaşık 20 milyon ölüme yol açan pandemi, büyük bir toplumsal krize ilerici bir yanıt vermekten aciz olan kapitalist sistemin işlevsizliğini ortaya çıkardı. Bu açıdan, Washington ile Moskova rejimleri arasında temelden bir fark yoktur. Dünyadaki en eşitsiz toplum olan Amerikan toplumundaki kangrenli ülserler, tüm siyasi sistemi çöküş noktasına getirmiştir. 6 Ocak 2021’de Amerika Birleşik Devletleri başkanı tarafından düzenlenen faşizan bir darbeyle ülkenin mevcut anayasal yapısı neredeyse yıkılıyordu. Kibirli bir şekilde “Özgür Dünya”nın lideri pozu takınsa da, bizzat Biden’ın de yakın zamanda itiraf ettiği gibi, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki numaradan demokrasinin bile hayatta kalması şüphelidir.

Amerika Birleşik Devletleri, geçmişteki başarısızlıklar karşısında küresel hegemonya mücadelesinden geri çekilmek şöyle dursun, giderek daha uç ve tehlikeli eylemlere doğru yönlendiriliyor. Doğrusu, iç hastalıklarının ciddiyeti, Amerika Birleşik Devletleri’ni nükleer silah kullanımı da dahil olmak üzere daha önce düşünülemez olarak göz ardı edilen önlemlere iten önemli bir faktör haline gelmiştir.

ABD neden Ukrayna’yı vekil olarak kullanarak Rusya’ya karşı bu savaşı kışkırttı? Lenin, Birinci Dünya Savaşı’nı, emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşma girişimi olarak analiz etmişti. Bu tanım, NATO üyesi emperyalist güçler ittifakına liderlik eden ABD’nin neden Rusya’ya savaş açtığını anlamak açısından temel bir başlangıç noktasıdır. Mevcut bağlamda, dünyanın yeniden paylaşımı, en büyük ülke olan Rusya’nın uçsuz bucaksız topraklarını doğrudan emperyalist kontrol altına almak anlamına gelmektedir.

Sovyetler Birliği’nin dağıtılması, SSCB sosyalizmle resmi özdeşliğini ve emperyalizme muhalefetini koruduğu ölçüde, ABD’nin egemen olduğu dünya kapitalist sisteminin ideolojik ve ekonomik meşruiyetine yönelik bir meydan okuma olarak görülen şeyi ortadan kaldırdı. 1991 sonrası rejim, Rus ekonomisini yabancı kapitalist yatırımlara açtı. Ancak Rus devleti halen Avrasya’nın küresel açıdan stratejik alanlarına yayılmış durumdaydı. Dahası, ulusal ekonomi üzerinde kontrol sahibi olan Rus oligarkları, ABD ve Avrupa emperyalizminin Rusya’nın kaynaklarına erişimini sınırlayabildiler.

ABD hegemonyası projesinin gerçekleştirilebilmesi için, Rusya’nın stratejik kaynaklarına sınırsız erişim ve topraklarının kontrolü, iki açıdan kritik önemde hedeflerdir.

Birincisi; Rusya’nın kaynaklarının gerçek zenginliğinin trilyonlarca dolar olduğu tahmin edilmektedir. Bu metallerin ve madenlerin parasal değerine ek olarak, bu kaynakların çoğu, yirmi birinci yüzyılın gelişmiş sanayi ekonomileri için gerekli olan stratejik maddeler olarak sınıflandırılmaktadır.

Rusya gerçekten de bir değerli doğal kaynaklar hazinesidir. Petrol, doğalgaz, kereste, bakır, elmas, altın, gümüş, platin, çinko, boksit, nikel, kalay, cıva, manganez, krom, tungsten, titanyum ve fosfat rezervleri devasa büyüklüktedir. Bazı örneklerde dünyanın en büyük rezervleri Rusya’dadır. Dünyadaki demir cevheri yataklarının yaklaşık altıda biri, Rusya’nın Ukrayna sınırına yakın Kursk Manyetik Anomalisi’nde bulunuyor. Rusya’da önemli miktarlarda bulunan diğer nadir metaller kobalt, molibden, paladyum, rodyum, rutenyum, iridyum ve osmiyumdur. Rusya aynı zamanda önemli bir uranyum ve nadir toprak elementleri kaynağıdır. Nadir toprak elementleri, küresel jeopolitik rekabetin ana kaynağı haline gelmiştir.

Bu kritik kaynaklara erişim üzerine yoğun bir çatışma olduğu gerçeği, küresel jeostrateji uzmanları tarafından çok iyi bilinmektedir. Ancak hammaddeler ve Rusya’nın zenginliğini kontrol etme tartışması, kamuoyunu Amerikan ve Avrupa emperyalizminin, bu ne yazık ki Azak Taburu’ndaki faşistlerin silahlandırılmasını gerektirse bile, Ukrayna demokrasisi adına asil ve çıkarsız bir mücadele yürüttüğüne inandırmayı tercih eden kitlesel görsel, çevrimiçi ve basılı medyada yer almıyor.

İkincisi; Rusya topraklarının fiziksel kontrolü, Washington’ın Çin ile kaçınılmaz hesaplaşması için hayati önem taşımaktadır. Doğrudan savaş zamanı geldiğinde, bugün Rusya’nın Ukraynalılara soykırım yaptığı iddiasının öne sürülmesinde olduğu gibi, Çin’in “soykırımcı” zulmüne karşı Uygurları savunmaktan söz edilecek.

Rusya’ya karşı savaşın kışkırtılmasında ana faktör olarak hammaddelerin önemine yapılan vurgu, kuşkusuz, bir “kaba Marksizm” örneği olarak alaya alınacaktır. Her ne olursa olsun, emperyalizm incelemesinde Lenin, emperyalist güçlerin hammadde kaynaklarının kontrolünü güvence altına alma mücadelesine çok büyük önem vermişti. Lenin şöyle yazıyordu: “Kapitalizm geliştikçe hammadde sıkıntısı da kendini o denli hissettirmekte, bütün dünyada rekabet ve hammadde kaynakları arama çabaları o denli kızışmakta ve sömürgelere sahip olma mücadelesi o denli amansız bir niteliğe bürünmektedir.”*

Lenin, hammaddelere erişme ve onları kontrol elde etme dürtüsünü toprakların ele geçirilmesine bağlıyor ve emperyalizmin temel bir unsuru olarak ilhakların önemini vurguluyordu.

Elbette, açık ilhak dışında, toprak kontrolünün güvence altına alınabileceği pek çok biçim vardır. Bunlar, emperyalistlerin tabi kılınan ülkenin bağımsızlık serabı görmesini sürdürmelerine olanak verebilir. Ama serap gerçek olmaz. ABD emperyalizmi ve onun NATO müttefikleri, ne kadar uzun sürerse sürsün, çatışmanın nihai sonucunun mevcut biçimiyle Rusya’nın yok edilmesi olmasını bekliyor.

Oldukça saldırgan bir politikaya doğru geçiş, 16 Nisan’da Washington Post tarafından bildirildi:

Vladimir Putin’in Ukrayna’ya yönelik acımasız saldırısından yaklaşık iki ay sonra, Biden yönetimi ve onun Avrupalı müttefikleri, artık Rusya ile bir arada yaşamaya ve işbirliği yapmaya çalışmadıkları ancak Rusya’yı uzun vadeli bir strateji gereği aktif şekilde tecrit etmeye ve zayıflatmaya çalıştıkları çok farklı bir dünya planlamaya başladılar.

NATO’da ve Avrupa Birliği’nde ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nda, Pentagon’da ve müttefik bakanlıklarda, savunmadan ve finansa ticaretten ve uluslararası diplomasiye kadar Batı’nın Moskova’ya karşı duruşunun neredeyse her alanında yeni politikalar oluşturmak için planlar hazırlanıyor. (“ABD ve müttefikleri Rusya’nın uzun vadeli tecridini planlıyor”)

Peki, “Rusya ile bir arada yaşama ve işbirliği yapma” çabalarından vazgeçmenin stratejik sonuçları nelerdir? Amerika Birleşik Devletleri ve NATO müttefikleri Rusya ile “bir arada yaşamanın” mümkün olmadığına inanıyorlarsa, bundan onu yok etmeye kararlı oldukları sonucu çıkar. Emperyalist güçlerin tasavvur ettiği ve bu süreçte nükleer savaşı ve yüz milyonlarca insanın hayatını riske atmaya hazır oldukları “farklı dünya”, Rusya’nın mevcut haliyle var olmadığı bir dünyadır.

Ukrayna’daki savaş, Stalinistlerin Ekim Devrimi’ne ihanetinin feci sonuçlarını artık tamamen gözler önüne seriyor. Bu ihanet, sosyalist enternasyonalizm programının reddedilmesi ile başladı. Lenin ve Troçki, Ekim 1917’de işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesinde ve ardından 1922’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kurulmasında, bu programı temel almıştı. 1924’te Stalin tarafından ortaya atılan anti-Marksist “tek ülkede sosyalizm” programı, sosyalist cumhuriyetlerin birliğini baltalayan ve özellikle Ukrayna’da, gerici, Sovyet karşıtı ve açıkça faşist unsurları güçlendiren Büyük Rus şovenizminin yeniden canlanmasını körükledi. Çarlık döneminde vahşice ezilen bir ülke olan Ukrayna’dan, Lev Troçki gibi devrimci işçi hareketinin birçok büyük önderi çıkmıştı.

Aralık 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağıtılması, Stalinist karşıdevrimin doruk noktasıydı. Şimdi bunun sonuçlarıyla yüzleşen Rus, Ukrayna ve uluslararası işçi sınıfı, bu muazzam tarihsel deneyimden gerekli siyasi dersleri çıkarmalıdır.

Bir Rus sosyaliste yazılan ve 2 Nisan’da Dünya Sosyalist Web Sitesi’nde yayımlanan bir mektupta, Uluslararası Komite, her ne kadar çatışmayı ABD kışkırtmış olsa da, Rusya’nın Ukrayna’yı istilasına karşı çıkışının ilkesel temelini açıkladı. Mektupta, “Troçkist hareket, stratejisini Rusya’daki kapitalist rejimin politikalarını belirleyen pragmatik, ulusal temelli anlayışlara dayandırmaz,” deniyor ve şöyle devam ediliyordu:

Rus kitlelerinin emperyalizme karşı savunulması, burjuva ulus devlet jeopolitiği temelinde gerçekleştirilemez. Tersine, emperyalizme karşı mücadele, proleter dünya sosyalist devrimi stratejisinin yeniden doğuşunu gerektirir. Rus işçi sınıfı, felakete yol açan tüm kapitalist restorasyon suçlularını reddetmeli ve büyük devrimci Leninist-Troçkist mirasıyla siyasi, toplumsal ve entelektüel bağını yeniden kurmalıdır.

Sosyalist enternasyonalizm programı, tüm emperyalist ve kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı için geçerlidir.

Ukrayna’daki savaş, kısa sürede çözülecek ve ardından “normalliğe” dönülecek bir olay değildir. Bu, yalnızca iki yoldan biriyle çözülebilecek küresel bir krizin şiddetle patlamasının başlangıcıdır. Her ne kadar “çözüm” kelimesini gezegenin yok edilmesine varacak bir şey için akılcı bir şekilde kullanmak pek mümkün olmasa da, kapitalist çözüm, nükleer savaşa yol açar. Bu nedenle, insanlığın geleceğini güvence altına alma açısından tek geçerli yanıt, dünya sosyalist devrimidir.

Buradan, kaçınılmaz olarak, şu soru çıkar: İkinci alternatif mümkün mü?

Cevap, modern dünya kapitalizminin çelişkilerinin anlaşılmasını şart koşar. Lenin’in 1914 ile 1916 yılları arasında geliştirdiği büyük kavrayış, dünya savaşına yol açan sosyoekonomik çelişkilerin aynı zamanda dünya sosyalist devrimine itici güç sağladığıydı. Bu kavrayış, 1917’de Rus Devrimi’nin patlak vermesiyle doğrulandı.

Mevcut krizde, Lenin’in anlayışı –ki Troçki ve Dördüncü Enternasyonal tarafından daha da geliştirilmiştir– dünya çapında sınıf mücadelesinin hızla tırmanmasıyla doğrulanıyor. Amerika Birleşik Devletleri ve onun NATO müttefikleri tarafından Rusya’yı tecrit etmek için alınan pervasız önlemler, her kapitalist rejimi etkileyen, zaten çok ileri düzeyde olan ekonomik ve toplumsal krizleri son derece kötüleştirmiştir. Kitlesel gösteriler ve grevler tüm dünyayı kasıp kavuruyor. İşçi sınıfı ve ezilen kitleler, emperyalist egemen seçkinlerin canilik düzeyinde çılgınca dünya egemenliği arayışı için yoksulluğu ve açlığı kabul etmeyecekler.

Troçki’nin açıkladığı gibi, Dördüncü Enternasyonal’in stratejisi savaş haritasına değil, küresel sınıf mücadelesi haritasına dayanmaktadır.

2022 1 Mayıs kutlaması, uluslararası işçi sınıfının emperyalist savaşa ve onun temel nedeni olan kapitalist sisteme karşı küresel bir mücadelede birleştirilmesine adanmalıdır.

1 Mayıs Pazar günü yapılacak çevrimiçi toplantının konusu, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin bu tarihi hareketi üzerinde geliştireceği strateji ve program olacak.

Uluslararası Çevrimiçi 1 Mayıs Toplantısı’na kaydolmak için buraya tıklayın.

* Vladimir İ. Lenin, Emperyalizm (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2009), s. 88. Çeviren: Ferit Burak Aydar.

Loading