Perspektif

Türkiye yol ayrımında

4 Haziran günü, yüz binlerce insanın İstanbul’un Taksim Meydanı’na döküldüğü ve Ankara ile İzmir’in yanı sıra 65 dolayında başka kentte sokaklara çıktığı protestoların birinci haftasında, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, kaygılı iş insanlarına, olayların 2011’de Tunus ve Mısır’da patlayan devrimlerle karşılaştırılamayacağı konusunda güvence verdi.

Taksim Meydanı - Gezi Park Protestları, İstanbul [Photo by Alan Hilditch / CC BY 2.0]

Gül, İstanbul borsasının kitlesel kabarışa tepki olarak yüzde 10,5 düşmesinden yalnızca bir gün sonra, Türkiye’deki Uluslararası Yatırımcılar Birliği’nin bir toplantısına hitap ediyordu.

Gül, “İki yıl önce, benzeri nedenlerden dolayı Londra’da otomobiller yakılmış ve dükkânlar yağmalanmıştı” dedi ve şöyle devam etti: “Ekonomik kriz nedeniyle İspanya’da yaşanan isyanlar sırasında insanlar meydanları doldurdu. ‘Wall Street’i İşgal Et’ hareketi, ABD’de aylarca sürdü. Türkiye’de olanlar bu ülkelerdekilere benzemektedir.”

Bu tür güvenceler, sürmekte olan toplumsal protestoların, yatırımlarını tehlikeye düşüreceğinden korkan işadamları için muhtemelen bir teselli oldu.

Doğu ile Batı arasında duran Türkiye, her iki dünyanın tüm patlayıcı çelişkilerinin girdabına sürüklenmiş durumda. Türkiye, yoğun kemer sıkma politikaları dayatan Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik peşinde koşarken, aynı zamanda, Suriye’de rejim değişikliği için sürdürülen ABD destekli mezhep savaşına derinlemesine bulaşıyor.

Silahlı karşıtlarını bastırdığı için Esad’ın istifa etmesini isteyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Washington’ın öncü personeli işlevini gören kişidir. O, “kendi halkını öldüren bir önder meşruluğunu yitirmiştir” diye ilan etmişti. Erdoğan’ın baskıcı güçleri, şimdiye kadar, 3.200’den fazla barışçı Türkiyeli protestocuyu yaralar ve 3.300’den fazlasını tutuklarken, üç kişiyi öldürmüştür.

2011’deki iki devrimde ve Cumhurbaşkanı Gül’ün gönderme yaptığı Batı’daki olaylarda olduğu gibi, Türkiye’deki isyanın kökleri kapitalist toplumda ve onun küresel krizinde yatmaktadır. Bu, her şeyden önce, Türkiye’deki toplumsal eşitsizliğin, Başbakan Erdoğan ile onun İslamcı AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) hükümetinin yönetimde olduğu on yıldan uzun süre içinde, daha önce tanık olunmadık ölçüde artmasında ifade edilmektedir.

İstanbul Gezi Parkı’nın bir alışveriş merkezinin yapılmasına yol açacak şekilde dümdüz edilmesini durdurmaya çalışan bir avuç protestocuya yönelik baskının, Türk çevik kuvvet polisinin vahşiliğine karşı koymaya hazır yüzbinlerin ulusal ölçekte, böylesine güçlü bir protesto hareketini ateşlemesi başka türlü açıklanamaz.

Park projesi, Erdoğan hükümetinin, İstanbul’u, işçi sınıfını kent dışına kovarak zenginler ve ayrıcalıklı kesimler için bir liman haline getirmeye çalışırken, AKP’nin asıl siyasi zemini olan bir avuç eş-dost kapitalisti zenginleştirmek için kamu alanını özelleştirmek biçimindeki saldırgan ve gerici piyasa politikalarının simgesidir. Dahası, ek olarak, Türkiye işçi hareketinin geleneksel toplanma noktası olan Taksim Meydanı’nın yanına bir cami yapma tehdidinde bulunan ve Boğaz’daki üçüncü köprüye, adı Alevi azınlığın katledilmesiyle kötüye çıkmış olan 16. yüzyıl Osmanlı padişahının adını veren Erdoğan, İslamcı gericiliği teşvik etmektedir.

AKP iktidarının saldırılarının en ağır bedelini ödeyen, Türkiye işçi sınıfıdır. Türkiye’deki kapitalistler, başka yerlerde olduğu gibi, 2008’deki dünya mali krizini, ücretleri düşürmek ve işçilik maliyetlerini azaltmak için değerlendirdiler. 2009’un başlarında, işsizlik yüzde 16’ya ulaşmıştı. O zamandan bu yana yaşanan büyüme, büyük ölçüde, yeni işyerleri oluşturmaksızın elde edilmiştir. Yeni işyerleri kurmak yerine, çalışanları düşük ücretle ağır koşullarda çalışmaya zorlamak ve çoğu durumda taşeron ya da geçici çalışmayı kabul ettirmek için işten çıkarma tehditleri kullanılmaktadır.

2011 yılında yayımlanan bir araştırmaya göre, Türkiye, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) üyesi 34 ülke içinde, gelir eşitsizliği en fazla olan ikinci ülkedir. Türkiye’nin durumu, Meksika’dan biraz iyi; eşitsizliğin en yüksek olduğu üçüncü ülke olan ABD’den ise biraz kötüdür.

Türkiyeli işçiler, Yunanistan’daki ve Avrupa’nın diğer yerlerindeki işçiler gibi, ülkeyi bir ucuz emek cenneti ve süper kârların kaynağı olarak gören uluslararası bankaların ve şirketlerin azgın saldırısıyla karşı karşıyadır.

Yüz binlerce işçi sendikaların önderliğinde 5 Haziran günü düzenlenen grevlere ve gösterilere katılmışken, bir bütün olarak işçi sınıfı, henüz belirleyici bir güç olarak mücadeleye girmiş değil. Türkiye’deki sendikalar, bugüne kadar, Erdoğan hükümetine karşı mücadele etme yönünde hiçbir şey yapmış değil. Onlar, bunun yerine, AKP iktidarının 2008 krizine yanıt olarak almış olduğu kapitalist önlemleri onaylıyor ve onun “alışverişe çık” sloganı temelinde sürdürdüğü kampanyayı destekliyorlar.

Sendikalar, bu hükümetle belirleyici bir hesaplaşma ile karşı karşıya gelmek istemiyorlar. Onlar, destekledikleri Avrupa Birliği’nin danışma organlarına bütünüyle dahil olmuş durumdalar ve AB’nin komşu Yunanistan’da ya da başka yerlerde kemer sıkma önlemlerini dayatmasını destekliyorlar.

Erdoğan hükümetini devirecek devrimci bir işçi sınıfı hareketi, yalnızca, bu sendikalardan bağımsız biçimde ve onlara başkaldırarak doğabilir.

Türkiye’deki olaylar, ABD emperyalizminin ve onun Basra Körfezi ile Orta Asya’ya egemen olmak amacıyla sürdürdüğü ve bir NATO üyesi olarak Türkiye’nin kilit rol oynadığı militarist saldırısının derinleşen krizini yansıtmaktadır.

Şimdi sürmekte olan hareketin başlamasından yalnızca iki hafta önce, Erdoğan Washington’daydı ve kendisini “bölgede ve tüm dünyada güçlü bir müttefik ve ortak olduğu” için öven Obama ile yan yanaydı. Washington, Erdoğan hükümetini -onun siyasi muhaliflere, gazetecilere ve etnik azınlıklara yönelik polis devleti baskısına rağmen- Ortadoğu için bir model, ABD’nin Mısır ve Tunus’ta devrimci kitlelere karşı desteklediği türde sözde “ılımlı İslamcı” bir yönetim olarak yüceltmişti. Şimdi, Türkiye’deki halk kitleleri bu modeli reddediyor.

Türkiye’yi Suriye ve İran’ı istikrarsızlaştırma kampanyasında bir ileri üs olarak kullanan Washington, halkın geniş çoğunluğunun El Kaide bağlantılı İslamcı milislerin Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın devrilmesine yönelik savaşta vekiller olarak kullanılmasına karşı olduğu ve aynı güçlerin kendilerine karşı da salıverileceğinden kaygılandığı bu ülkeyi istikrarsızlaştırmayı başarmıştır.

Türkiye bir yol ayrımındadır. Mücadeleye katılan Türkiyeli işçiler açık bir tercihle karşı karşıya. Onlar, her zamankinden daha doğrudan bir şekilde, stratejik ve kâr çıkarları arayışı içindeki emperyalizm eliyle teşvik edilen mezhep eksenli kanlı savaşlara; İran’ın, ABD’nin, Rusya’nın, Çin’in ve diğer büyük güçlerin dahil olduğu küresel bir yangının patlamasına yol açabilecek savaşlara sürüklenecekler mi?

Yoksa işçi sınıfı, emperyalizme ve Türkiye burjuvazisinin laik ya da İslamcı bütün kesimlerine karşı yoksul köylüleri ve ezilenleri arkasına aldığı bağımsız bir devrimci mücadele yoluyla kendi sosyalist çözümünü geliştirecek mi?

İstanbul’da ve Türkiye’nin tüm kentlerinde sokaklara dökülen protesto hareketinin kısa vadede nasıl sonuçlanacağı belirsiz. Ama Türkiye işçi sınıfının mücadeleye dahil olması, Ortadoğu, Avrupa ve daha ötesi için devrimci sonuçlar taşıyan dünya tarihsel önemde bir konudur.

Loading