Perspektif

Nazilerin Sovyetler Birliği’ni imha savaşının sekseninci yıldönümü

Seksen yıl önce, 22 Haziran 1941’de Alman ordusu Sovyetler Birliği’ni istila etti ve insanlığın daha önce benzerini hiç yaşamadığı bir savaş başladı. Orta Çağ’ın barbarlığı, 20. yüzyılın en modern teknolojisi ile birleştirildi.

Daha öncesinde milyonlarca kurban verilen korkunç savaşlar olmuştu. Birinci Dünya Savaşı’nın topları sadece 23 yıl önce susturulmuştu. Almanya, Fransa ve Britanya’nın çiçeği burnunda gençliğinin makinalı tüfeklerle biçildiği, kana bulanmış Verdun ve Marne tarlaları, insan barbarlığının bir anıtı olarak kabul edildi.

Ancak Sovyetler Birliği’ne yapılan saldırı çok daha ileri gitti. Bu, başından beri bir imha savaşı olarak planlanmıştı. Bu sadece toprak, hammadde ve pazarlar için yapılan bir savaş değildi, aynı zamanda ırkçılık ve ideoloji tarafından yönlendirilen bir savaştı. Hitler tarafından 20 yıldır ilan edilen hedefler olan; Bolşevizmin yıkılması, Yahudilerin kökünün kurutulması ve doğuda yaşam alanlarının yaratılması artık uygulamaya konulmuştu.

Tarihçi Stephen Fritz, çığır açan eseri Ostkrieg: Hitler’in Doğudaki İmha Savaşı’nda, “Batı’daki birçok kişinin inancının aksine, Hitler doğudaki savaşın içine çekilmedi,” diye yazmıştı. “Ona göre ‘haklı’ savaş her zaman Sovyetler Birliği’ne karşıydı, ona göre Almanya’nın kaderi Lebensraum’a [Yaşam alanına] ulaşmaya ve ‘Yahudi sorunu’nu çözmeye bağlıydı. Bunların her ikisi de Sovyetler Birliği’ni yok etmeye dayanıyordu. Peki, bu amaçların en önemlisi hangisiydi? Hitler’in görüşleri göz önüne alındığında, onları önceliklendirmeye veya ayırmaya çalışmak yapay olur. Ona göre, ‘Yahudi-Bolşevizm’e karşı ve Lebensraum için olan savaş, kapsamlıydı ve yepyeni bir şeydi.”

Yakalanmış partizanların idamı (Bundesarchiv Bild 101I-031-2436-05A / CC BY-SA 3.0)

3 milyon Alman askeri, 600.000 araç, 3.500 tank, 7.000 top ve 3.900 uçak Sovyetler Birliği’ni sabaha karşı 3’te istila ettiğinde, yanlarında milyonlarca insanı fiziksel olarak yok etmek için ayrıntılı emirler ve planlar getirmişlerdi. İstilaya, üyeleri Reich Güvenlik Dairesi Başkanı Reinhard Heydrich tarafından özenle seçilmiş ve eğitilmiş dört einsatzgruppen (harekât birliği) eşlik ediyordu. Bu 3.000 kişilik “soykırımcı fırtına askerleri” (Ian Kershaw) biriminin görevi, ellerine geçen tüm komünistleri, partizanları, Yahudileri ve Sintileri derhal öldürmekti.

Fritz şöyle yazar: “Dört Einsatzgruppen ve yardımcıları, Barbarossa’nın ilk altı ayında, on binlerce partizana ve Sovyet savaş esirine ek olarak 500.000’den fazla Sovyet Yahudi’sini öldürdü, bunların hiçbiri Wehrmacht’ın [Alman ordusu] gönüllü ve aktif işbirliği olmadan mümkün olmazdı.”

Wehrmacht’ın toplu katliamdaki aktif suç ortaklığı, yadsınamaz bir şekilde belgelenmiştir. Bu işbirliği, Almanya’da on yıllarca inkâr edildi, hatta 1999 gibi geç bir tarihte, “İmha Savaşı. Wehrmacht’ın Suçları” sergisi sansürlendi. Daha Ocak 1941’de Hitler, seçilmiş bir grup SS liderine, doğudaki Slav nüfusunun yüzde 30 oranında azaltılması gerektiğini belirten bir hedef emri yayınladı. Tüm ordu kurmayları ve ırkçı teorisyenler, daha sonra “Führer’in meramını” kimin vurulup kimin yok edilmesi gerektiğine dair kesin emirlere dönüştürdü.

Generaller bu planları imzalayıp uygulanmasını sağladılar. Fritz’e göre, savaş sırasında “ordu yetkilileri, ordu ile SS subayları arasında fikir ve deneyim alışverişi bile başlatmıştı. Sahadaki olayların gösterdiği gibi, yukarıdan gelen canice emirler ve aşağıdan gelen kinci dürtüler, cinayetle ilgili tüm engellemeleri ortadan kaldıracak bir şiddet ortamı yarattı.”

Alman profesörler, öldürücü planları sahte bilimsel argümanlarla süslediler. Haziran 1942’de, Generalplan Ost (Genel Doğu Planı) çok sayıda akademisyenin çalışmasına dayanarak yayımlandı. Bu plan, Alman yerleşimcilere yer açmak için milyonlarca Slav’ın öldürülmesini planlıyordu. Tanınmış bilim insanlarından oluşan Alman Araştırma Derneği (DFG), daha Weimar Cumhuriyeti sırasında “Alman nüfusunun Slavlar üzerinde genel üstünlüğünü ileri süren” ve “ırk araştırmasını uygulamalı bir bilim olarak anlayan” diğer çalışmaları finanse ediyordu.

Sovyetler Birliği’nin istila edilmesinin kod adı olan Barbarossa Harekâtı’nın planları, 1941’in başlarında Şansölyelik Ofisi, SS, Reich Güvenlik Dairesi ve Wehrmacht Yüksek Komutanlığı arasında yapılan birkaç yuvarlak masa görüşmesi ile hazırlandı. Defalarca formüle edilen amaç, “Bolşevik liderleri ve komiserleri”, “Yahudi-Bolşevik aydınları” ve “sosyalist düşünceyi” yok etmekti.

2 Mayıs’ta birçok devlet bakanı ve önde gelen Wehrmacht komutanı, Barbarossa Harekâtı’nın savaş ekonomisi üzerindeki sonuçlarını tartıştılar. Bir bilgilendirme notuna göre, “bizim için gerekli olanı ülkeden alırsak şüphesiz on milyonlarca insan açlıktan ölecek” sonucuna varmışlardı.

13 Mayıs’ta Wehrmacht Yüksek Komutanlığı’nın başında bulunan Wilhelm Keitel, Askeri Yargı Yetkilendirme Emri’ni yayınladı. Bu emir, siviller tarafından Wehrmacht’a karşı işlenen suçların artık mahkemeler tarafından ele alınmayacağını ancak sanığın bir subayın emriyle derhal vurulabileceğini emrediyordu ve üstelik tüm alanlara yönelik toplu cezalandırma eylemlerine de izin veriyordu. Bu, sıklıkla kadın ve çocukların (erkekler cephedeydi) büyük binalarda, hayatta kalanları diri diri yakmak için binalar ateşe verilmeden önce, bir araya toplanıp makinalı tüfeklerle vurulmasıyla sonuçlandı.

6 Haziran’da, istiladan iki hafta önce, Korgeneral Alfred Jodl’un yönetimindeki Yüksek Komutanlık, Komiser Emri’ni yayınladı. Emir, sivil ve askeri siyasi komiserlerin saptanması ve istilacı güçlerin “prensip olarak onları bir silahla derhal imha etmesi” çağrısında bulundu. Yalnızca bu emre dayanan en az 140.000 idamın kanıtı var ancak tahminler 600.000’e kadar çıkıyor.

Bu da gösteriyor ki, 22 Haziran’da çok iyi hazırlanmış bir cinayet makinesi harekete geçmişti. Son ahlaki kısıtlamalar, Wehrmacht’ın iki yıl önce istila edip bir şiddet sarmalını serbest bıraktığı Polonya’da çoktan aşılmıştı. Polonya toprakları daha sonra kötü şöhretli ölüm kamplarının yeri olarak da hizmet edecekti. Ancak Avrupa’nın dört bir yanından milyonlarca Yahudi, Auschwitz ve Majdanek’teki gaz odalarına gönderilmeden önce, Alman birlikleri Sovyetler Birliği’nde yüz binlerce Yahudi’yi çoktan katletmişti.

En namı yaygın katliamlardan biri, 29-30 Eylül 1941’de Kiev yakınlarındaki Babi Yar vadisinde meydana geldi. Burada özel harekât birliği iki gün içinde Ukrayna başkentinden erkek, kadın ve çocuk, 33.771 Yahudi’yi vurdu. Takip eden aylarda, aynı vadide 70.000 sivil daha idam edildi.

İmha savaşının bilançosu korkunçtu. Toplam 27 milyon Sovyet yurttaşı savaşın kurbanı oldu. Sovyet Savunma Bakanlığı ve Rusya Bilimler Akademisi tarafından organize edilen ve 1987 ile 1991 yılları arasında rakamları inceleyen bir komisyon, bu sayısı 37 milyona kadar çıkardı. Bunların sadece 8,6 milyonu asker ve 27-28 milyonu sivildi. Hayatını kaybedenlerin çoğu açlık ve dayanılmaz yaşam koşulları nedeniyle ölmüştü. Wehrmacht’ın kasıtlı olarak aç bıraktığı Leningrad şehrine yönelik 28 aylık abluka, 470.000 kişinin hayatına mal oldu.

Wehrmacht’ın sayısız savaş suçu arasında 3 milyon Sovyet savaş esirinin öldürülmesi de vardı. 8 Eylül’de Yüksek Komutanlık, Kızıl Ordu askerlerini uluslararası hukukun korumasının dışına çıkaran bir emir yayınladı: “Bolşevik asker, Cenevre Sözleşmesi uyarınca onurlu bir asker muamelesi görme hakkını kaybetmiştir… Sovyet savaş esirlerine karşı silah kullanımı genel olarak meşrudur.”

Savaş esirlerinin yaklaşık yüzde 60’ı hayatını kaybetti. Eğer öldürülmedilerse veya açlıktan ölmedilerse, Alman savaş seferberliği için insanlık dışı koşullarda zorla çalıştırıldıkları toplama kamplarına götürüldüler.

Savaş’ın seyri

Savaşın ilk haftalarında, Wehrmacht, Sovyetler Birliği topraklarında hızla ilerledi. Alman ordusunun başlangıçtaki bu başarıları, her şeyden önce Stalin’in canice politikaları ve egemenliğine kişilik verdiği ayrıcalıklı bürokrasi yüzündendi. Onlar, Sovyetler Birliği’nin kanını kurutmuş ve tamamen hazırlıksız bırakmışlardı.

Ekim Devrimi’nin neredeyse tüm önderliğinin ve davaya bağlı yüz binlerce komünist ile aydının canına mal olan Büyük Terör sırasında Stalin, Kızıl Ordu’nun da kafasını kesti. Kızıl Ordu’daki 178.000 subaydan 35.000’i tutuklandı ve bazıları idam edildi. İç Savaş sırasında Troçki yönetimindeki Kızıl Ordu içinde liderliğe yükselen Tuhaçevski, Yakir, Gamarnik ve Uboreviç gibi seçkin askeri komutanlar da dahil olmak üzere, Büyük Terör sırasında öldürülen general sayısı, İkinci Dünya Savaşı sırasında öldürülen general sayısından iki kat fazlaydı.

Bu, İç Savaş sırasında zorlu bir sınavdan geçmiş olan nesildi. Troçki’nin 1934’de belirttiği gibi, “birdenbire kitlelerin üzerine yükselen, örgütlenme yeteneğini ve askeri liderlik kapasitesini ortaya çıkaran”, “büyük ölçekli bir mücadelede iradelerini güçlendiren” ve daha sonra askeri eğitim almaktan memnuniyet duyan bir nesildi. “Askeri teori onların zihinlerini disipline etmelerini sağladı ancak iç savaşın atılgan manevralarında çelikleşen cesareti öldürmedi.” Onların yerini, kendilerini her şeyden önce Stalin’e boyun eğmeleri ile karakterize eden daha az deneyimli subaylar aldı.

Stalin, hem kendi hem de Batılı istihbarat teşkilatları tarafından uyarılmasına rağmen, Alman istilası karşısında tamamen şaşırmıştı. Komünist casus Richard Sorge, zaman çizelgesi de dahil olmak üzere tüm saldırı planını Japonya’dan sağlamıştı. Ancak Stalin, tüm uyarıları görmezden geldi ve Ağustos 1939’da Hitler ile imzaladığı saldırmazlık paktına güvendi. Britanya ile zaten savaş halinde olan Almanya’nın iki cephede savaş riskini göze almayacağından emindi. İstiladan sonra, Stalin günlerce ortadan kayboldu ve Sovyetler Birliği’ni fiilen lidersiz bıraktı.

Ancak Ekim Devrimi, Sovyet işçi sınıfı içinde yaşıyordu. Stalin devrimin liderlerini öldürmüş olabilirdi ancak üretim araçlarının devlet mülkiyeti ve artık muazzam avantajları olduğu kanıtlanan planlı ekonomi biçimindeki kazanımlarını yok edememişti. Wehrmacht kısa süre sonra, bu kez Çar’ın zorla toplanmış yarı serf köylülerden oluşan ordusuna karşı değil; teröre rağmen teslim olmayan ve bunun yerine fedakârlığa hazır olağanüstü bir enerji geliştiren, motive olmuş bir işçi devletinin ordusuna karşı savaştıklarını fark etti.

Kızıl Ordu’yu kuran Troçki de 1934’te bunu öngörmüştü. Kızıl savaşçı, çarlık askerinden keskin bir şekilde farklıdır, diye yazmıştı. “Pasiflik ve engellerin önünde teslimiyet kültünün yerini, siyasi-sosyal cüret ve teknolojik Amerikancılık kültü almıştır. … 1905’ten bu yana neredeyse otuz yıldır alçalıp kabaran Rus Devrimi, akışını savaş kanalına yönlendirmek zorunda kalırsa, müthiş ve ezici bir gücü serbest bırakacaktır.”

Savaşın üç buçuk yılı aşkın bir süre devam etmesine ve Alman tarafında 6 milyondan fazla askerin öldürülmesine veya ağır yaralanmasına rağmen, başlamasından birkaç hafta sonra Wehrmacht’ın zafer şansının olmadığı açıktı. Askeri tarihçi David Stahel söyle yazıyor: “Ne var ki, kışın ilk karları düşmeye başlamadan çok önce ve hatta ilk sonbahar yağmurları çoğu hareketi durdurma noktasına getirmeden önce, doğrusu 1941 yazı gibi erken bir tarihte, Barbarossa’nın kaçınılmaz olarak başarısızlığa mahkûm, gücü tükenmiş bir çalışma olduğu açıktı.”

Sovyet İlyuşin İl-2 uçağı (RIA Novosti / arşiv Fyodor Levşin / CC-BY-SA 3.0)

Savaş için nihai belirleyici olan silah sektöründe, Sovyet planlı ekonomisinin özel mülkiyete dayalı Alman ekonomisinden çok daha üstün olduğu kanıtlandı. 1941’de Alman endüstrisi, 5.200 tank, 11.776 uçak, 7 milimetreden daha büyük 7.000 topçu silahı üretti. 1941’in ilk yarısında, Sovyet ekonomisi sadece 1.800 tank, 3.900 uçak ve 15.600 topçu silahı üretebilmişti. Ancak yılın ikinci yarısında fabrikaların tümüyle yer değiştirmesine ve savaşın yol açtığı tahribata rağmen silah üretimini, 4.740 tank, 8.000 uçak ve 55.550 parça topa çıkardı. 1942’de Almanya 15.409 uçak üretirken, Sovyetler Birliği 25.436 uçak üretti; Almanya 9.200 tank üretirken, Sovyetler Birliği 24.446 tank üretti.

Ekim Devrimi’nden doğan Sovyetler Birliği, Stalinist yozlaşmaya rağmen, insanlığın barbarlığa sürüklenmesine karşı belirleyici bir engel olarak hizmet gördü. İşin ehli tarihçiler, Hitler’in zaferinin ne anlama geleceği konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmıyor.

Stahel şöyle belirtiyor: “Hitler’in doğudaki yeni savaşının önemi, o zamanlar tüm taraflar tarafından, genişleyen dünya savaşının gelecekteki kaderinde kesin bir an olarak anlaşılmıştı. Ya Hitler kısa süre sonra muazzam bir imparatorluğun başında neredeyse dokunulmaz olacak ya da en büyük seferi bocalayacaktı (bu, o zamanlar hiçbir hükümetin olası olmadığına inandığı bir şeydi); bu da Hitler’in sonsuza dek ortadan kaldırmayı amaçladığı Müttefik güçlerin tehlikeli bir şekilde etrafının sarılması ile sonuçlanacaktı. Bu nedenle, Almanya’nın Sovyetler Birliği’ni istilasının dünya meselelerinde olağanüstü bir dönüm noktası olduğunu, yalnızca İkinci Dünya Savaşı’nı anlamamızda kilit bir olay değil, aynı zamanda modern tarihin en derin olaylarından biri olduğunu söylemek abartı olmaz.”

Savaşın kökenleri

Almanya’nın yenilgisinden sonra, Almanya’da kimse imha savaşından sorumlu olmak istemedi. Sadece kurbanlar ve emirlere uyan insanlar vardı; failler yoktu. Hitler her şeyin suçlusuydu. İkinci Dünya Savaşı, “Hitler’in savaşı”ydı.

Wehrmacht’ın koşulsuz teslimiyetinden kısa bir süre önce kendini vuran Adolf Hitler, olağanüstü yetkilere sahipti ve tüm önemli siyasi ve askeri kararlara kişisel olarak dahil olmuştu. Buna rağmen, kendisi yalnızca kapitalist toplumun talep ettiği bir ürünü tedarik ediyordu. Bu başarısız Avusturyalı sanatçı ve hayata küsmüş savaş gazisi nasıl olur da Almanya’nın “Führer”i konumuna yükselebilir, sorusunun yanıtı, kaçınılmaz olarak, onun güçlü iş, siyaset, ordu, aristokrasi, kültür ve üniversite figürleri tarafından desteklendiği sonucuna çıkmaktadır.

İlk yıllarında en iyi bilinen destekçilerinden biri, Birinci Dünya Savaşı sırasında ordunun ikinci komutanı olan ve Münih’teki 1923 darbe girişimini Hitler ile birlikte yöneten General Erich Ludendorff’du. Diğerleri arasında sanayiciler Fritz Thyssen ve Erich Kirndorf, Prusya Veliaht Prensi Wilhelm ve besteci Richard Wagner’in dul eşi Cosima Wagner vardı. Hitler’in ilk kabinesinde ekonomi bakanı olan Alman milliyetçi sanayici Alfred Hugenberg’in medya imparatorluğu Hitler’in yükselişinde büyük rol oynadı. Ocak 1932’de Hitler’in Düsseldorf sanayiciler kulübüne katılması, ona büyük iş dünyasının en önemli çevrelerinin siyasi ve mali desteğini sağladı.

Hitler’in iktidarı şiddet yoluyla ele geçirmesi gerekmedi; iktidar kendisine gümüş tepside sunuldu. Hitler’in iktidara gelme sürecinde, Naziler derin bir siyasi ve mali kriz içindeydiler. Kasım 1932’deki Reichstag seçimlerinde parti, oyların sadece yüzde 33’ünü aldı, yani Temmuz ayına göre yüzde 4 daha az ve iki büyük işçi partisinin, Sosyal Demokrat Parti (SPD) ve Komünist Parti (KPD) toplamından daha az. O zamanlar Hitler, intiharı bile aklından geçirmişti.

Ocak 1933’te Hitler’i Şansölye olarak atama kararı, nihayetinde, yaşlı devlet adamı, Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’un etrafında bulunan, devletin ve büyük iş dünyasının çıkarlarını temsil eden küçük bir komplocular çevresi tarafından alındı. İki ay sonra, Komünist Parti’nin yasaklanması ve toplama kamplarının doldurulmaya başlanmasıyla birlikte, tüm burjuva partileri, Hitler’i bir diktatör yapan Yetki Kanunu’na oy verdiler.

Savaş sırasında Hitler, kendisine, öldürücü emirlerini uygulatmak için subaylar arasında, halkı terörize etmeleri ve Yahudileri işaretlemeleri için devlet adamları arasında, savaş üretimi ve zorla çalıştırma ile kârları artan endüstri çevrelerinde, ona ırk teorileri ve keyfi adalet bilimi sağlayan akademik çevrelerde ve çok daha başka yerlerde, binlerce yardımcı buldu.

İmha savaşı, tartışmasız olarak savaşı arzulayan “Führer’in meramı”ndan doğmadı. Egemen seçkinler, Hitler’i devletin başına terfi ettirdiler, çünkü savaş istiyor ve savaşa ihtiyaç duyuyorlardı. Bunun, kapitalist sistemin çözümsüz çelişkilerinde derin nesnel nedenleri vardı.

Troçki, Kızıl Ordu askerlerine konuşuyor.

Faşizm ve savaş tehlikesini herkesten daha iyi anlayan ve işçi sınıfını onlara karşı harekete geçirmeye çalışan Lev Troçki, Sovyetler Birliği’nin istila edilmesinden bir yıl önce şöyle yazmıştı: “Faşizmin sahte olmayan tek özelliği iktidar, boyun eğdirme ve yağmalama arzusudur. Faşizm, kültürel emperyalizmin kimyasal olarak saf bir damıtılmasıdır… Beyninde bir hesap makinesi ve elinde sınırsız güç olan bu saralı Alman, gökten inmiş ya da cehennemden gelmiş değildir. O, emperyalizmin tüm yıkıcı güçlerinin kişileşmesinden başka bir şey değildir. Nasıl ki Cengiz Han ve Timur, daha zayıf kırsal halklara Tanrı’nın yok edici belalarıymış gibi görünmüş, oysa gerçekte tüm kırsal kabilelerin daha fazla mera ve yerleşim alanlarının yağmalanması ihtiyacını ifade etmekten başka bir şey değildilerse; eski sömürgeci güçlerin temellerini sarsan Hitler de emperyalist güç isteğine daha tamamlanmış bir ifade kazandırmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Kendi çıkmazı eliyle çaresizliğe sürüklenmiş dünya kapitalizmi, Hitler aracılığıyla, kendi bağırsaklarına jilet gibi keskin bir hançer sokmaya başlamış durumda.”

Daha Birinci Dünya Savaşı sırasında, Alman emperyalizmi Avrupa’yı kendi çıkarlarına tabi kılmaya çalışmış ve başarısız olmuştu. Şimdi bunu ikinci kez deniyordu.

Birinci Dünya Savaşı, tüm büyük güçlerin dünyanın yeniden paylaşılması ve dünya ekonomisinin kendi hegemonyalarına tabi kılınması için mücadele ettiği emperyalist bir savaştı. Alman emperyalizmi özellikle saldırgan bir rol oynamıştı, çünkü kapitalizmi gecikmiş burjuva devrimi nedeniyle geç gelişmişti ancak modern teknoloji sayesinde muazzam bir dinamizm yaşamıştı. Orta Avrupa ile sınırlı, İngiliz ve Fransız sömürgeci güçleriyle ve daha da güçlü bir Amerikan rakibiyle karşı karşıya kalan ülke, yalnızca şiddet yoluyla Avrupa’nın baskın gücü konumuna yükselebilir ve hammaddelerle pazarlara erişim sağlayabilirdi.

Almanya savaşı kaybetti. Versay Antlaşması nedeniyle zayıflayan, ağır borç altına giren ve sınıf mücadeleleriyle sarsılan Alman emperyalizmini Birinci Dünya Savaşı’na sürükleyen tüm sorunlar yeni bir keskinlikle gündeme geldi. Ayrıca, Alman emperyalist yayılmasının ana alanı olan doğuda, Almanya’daki işçilere devrimci bir ilham kaynağı işlevi gören bir işçi devleti mevcuttu artık.

Alman emperyalizmi için bu açmazdan çıkmanın tek yolu, daha önce hiç olmadığı kadar vahşi ve barbarca yöntemler kullanmaktı. “Bolşevizmin yıkılması”, doğuda “yaşam alanı”nın güvenceye alınması ve Avrupa üzerinde Alman hegemonyasının kurulması, devlet gücünün tek bir kişinin elinde toplanmasını gerektiriyordu. Hatta ülkenin tüm kaynaklarının savaş üretimine tabi kılınması, örgütlü işçi hareketinin yok edilmesi ve ilhaka yönelik değil, düşmanın yok edilmesine yönelik bir savaş gerekiyordu.

Bu toplumsal talebe karşılık en iyi teklifi Naziler yapmıştı. Devletin, iş dünyasının ve ordunun liderleri, Hitler’i, ideolojik olarak göz kamaştırdığı için değil, hedeflerine ulaşmak üzere ona ihtiyaçları olduğu için desteklediler.

Ancak işçi liderlerinin korkunç ihaneti ve başarısızlığı yüzünden başarılı oldular. SPD, üyelerini Nazilere karşı harekete geçirmeyi kesinkes reddetti. Devlete güvendi ve Hitler’in iktidara gelmesinin önünü açan –Brüning’in olağanüstü hâl kararnamelerinden Hindenburg’un Cumhurbaşkanı seçilmesine kadar– tüm diktatörce adımları destekledi. Stalin’in etkisi altındaki KPD liderliği ise pasifliğini ve korkaklığını radikal sol söylemlerin arkasına gizledi. Onlar, Lev Troçki ve Sol Muhalefet’in talep ettiği gibi, SPD ile anti-faşist birleşik bir cephe için mücadele etmeyi kesinlikle reddettiler ve SPD’li işçileri Nazilerden hiçbir farkı olmayan “sosyal faşistler” olmakla suçladılar.

ABD, Britanya ve Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndaki diğer kapitalist rakipleri de “faşizme karşı” ve “demokrasi” için değil, emperyalist çıkarları için savaştılar. Sadece Sovyetler Birliği hayatta kalmak için savaştı. Bir Alman zaferi, işçi devletinin yıkılması ve ülkenin bir köle kolonisine dönüştürülmesi anlamına gelecekti.

Hitler rejimi esas olarak Alman işçi sınıfını ve Sovyetler Birliği’ni hedef aldığı sürece, hatırı sayılır bir uluslararası destek gördü. Hitler’in hayranları arasında Amerikalı sanayici Henry Ford, Britanya Kralı VIII. Edward ile Amerikalı eşi Wallis Simpson da vardı. Edward’ın tahttan çekilmesinden sonra çift, Hitler’i Berghof’ta ziyaret etti. 1936 Halk Cephesi hükümeti sırasında, Fransız burjuvazisi, “Hitler, Blum’dan İyidir” sloganını bile ileri sürdü (Léon Blum, Halk Cephesi’nde başbakandı). Almanya’nın Fransa karşısındaki hızlı zaferi, Wehrmacht’ın silahlarının teknik üstünlüğünden çok Fransız generallerinin bozgunculuğunun ürünüydü. General Pétain yönetimindeki Vichy rejimi, Hitler ile hemen bir anlaşmaya vardı.

Ancak ABD ve Britanya emperyalizmi, Almanya’nın Atlantik’ten Urallar’a hükümdar olmak için yükselişini izlemekle yetinemezdi. Almanya, Japonya ile ittifak halinde, Amerikan emperyalizminin ölümcül bir rakibi haline gelecekti. Bu, ABD’nin, ancak Almanya’nın Stalingrad’daki yenilginin ardından savunmaya geçmesinden sonra savaşa müdahale etmesine yol açtı.

Üçüncü dünya savaşı tehlikesi

Sovyetler Birliği’ne karşı imha savaşının dersleri günümüzde de geçerlidir. Dünya kapitalizminin aynı çelişkileri –kapitalist ulus devlet ve üretim araçlarının özel mülkiyeti ile modern üretimin toplumsal ve uluslararası karakterinin bağdaşmazlığı– dünyayı bir üçüncü dünya savaşı felaketine sürüklemekle tehdit ediyor.

Savaş hazırlıklarının merkezi, önümüzdeki bütçe yılında ordusuna sıralamada altındaki 10 devletten daha fazla para –753 milyar dolar– harcayacak olan ABD’dir. Bütçede, nükleer silahlar için yaklaşık 25 milyar dolar ve yeni silah sistemlerinin araştırılması ve geliştirilmesi için 112 milyar dolar ayrıldı.

ABD, İkinci Dünya Savaşı’nın gerçek galibi olarak ortaya çıkmış ve ekonomik gücü –Stalinist bürokrasi ve Sosyal Demokrat partiler tarafından devrimci mücadelelerin bastırılmasıyla birlikte– Avrupa kapitalizminin geçici olarak istikrara kavuşmasını sağlamıştı.

Ancak ABD’nin dünya ekonomisindeki ağırlığı o zamandan beri istikrarlı bir şekilde azaldı ve Washington bu gerilemeyi askeri güçle telafi etmeye çalışıyor. ABD, 30 yıldır neredeyse kesintisiz bir şekilde savaşta. Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da ve Suriye’de müttefikleriyle birlikte bütün toplumları mahvettiler.

ABD savaş makinesi, şimdi resmi olarak “sistemsel bir rakip” olarak tanımlanan Çin’i hedef alıyor. ABD, Çin’in ekonomik olarak kendisini geçmesini ve bir dünya gücü haline gelmesini ne pahasına olursa olsun önlemek istiyor. Amerikan strateji uzmanları artık Çin ile bir savaşın kaçınılmaz olduğunu düşünüyor.

Alman emperyalizmi iki dünya savaşındaki yenilgilerini kabullenmemiştir. Alman hükümeti, Avrupa’yı ABD’nin yanı sıra Çin’le de karşı karşıya gelebilecek siyasi ve askeri bir dünya gücü haline getirme resmi hedefinin peşinden gidiyor. Bu, Avrupa içinde, özellikle Almanya’nın Avrupa Birliği içindeki hegemonya rakibi olan Fransa ile çatışmaları yoğunlaştırıyor.

Almanya, askeri harcamalarını 2014’teki 32 milyar avrodan bugün 53 milyar avroya çıkardı ve bu sadece bir başlangıç. Savunma Bakanlığı’nın 9 Şubat tarihli strateji belgesinde, Almanya’nın “Avrupa’nın merkezindeki coğrafi konumu ve ekonomik gücü nedeniyle Avrupa’nın güvenliği için özel bir yükümlülüğü” olduğu ve “askeri işlere de” buna uygun bir katkı yapması gerektiği belirtilmektedir. Bu hedefin içinde “karada, denizde, havada, uzayda ve siber uzayda, her boyutta güvenilir askeri caydırıcılık ve savunma yetenekleri” ile “askerlerimizin çatışma da dahil olmak üzere başarılı olma hazırlığı ve yeteneği” hususları da var.

Alman militarizminin canlanmasının merkezi bir bileşeni, imha etme savaşının önemsizleştirilmesi ve tarihsel olarak saptırılmasıdır.

Almanya İçin Alternatif (AfD) mecliste. AfD, Nazi rejimini “1000 yıllık şanlı Alman tarihindeki kuş pisliği” olarak tanımlıyor ve diğer tüm düzen partileri tarafından kucaklanıyor.

Berlin merkezli tarihçi Jörg Baberowski, daha 2014 yılında açıkça “Hitler psikopat değildi, kötü biri değildi,” demişti. Bir yıl sonra da Wehrmacht’a imha savaşının dayatıldığını iddia etti. Doğu cephesindeki Wehrmacht askerleri, “partizanların kanlı savaşına karışmışlardı.” Baberoswki, “Onların, partizanların savaş tarzına uyum sağlamaktan başka seçenekleri yoktu” diyor ve şöyle devam ediyordu: “Savaş bağımsız hale geldi, kendisini çatışmanın bahanesi olan başlangıçtaki hedeflerden kurtardı.” Bu aşırı sağcı profesörün eserlerinde çok sayıda benzer alıntı bulunabilir.

Almanya’daki Sosyalist Eşitlik Partisi (Sozialistische Gleichheitspartei, SGP) ve onun gençlik örgütü IYSSE, bu ve benzeri açıklamaları, halk içinde faşizmin ve militarizmin dönüşüne yönelik yaygın muhalefeti ifade ederek eleştirdiğinde, medya ve siyaset kurumu aşırı sağcı profesörü savundu.

Üçüncü dünya savaşı, insan uygarlığının sonu anlamına gelir. Ancak tek bir düzen partisi bile savaş yönelimine karşı değildir. Onlar, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından önceki durum gibi, emperyalistler arası bölünmeler derinleştikçe, savaş kışkırtıcılarının arkasına daha yakından diziliyorlar. Sözde “barış hareketi” tamamen çökmüştür. Bu hareketten uzun zaman önce ortaya çıkan Alman Yeşilleri, en iğrenç savaş çığırtkanları haline geldiler. Sovyetler Birliği’nin istila edilmesinden seksen yıl sonra, Rusya’ya karşı savaş ajitasyonuna öncülük ediyorlar.

Barbarlığın yeniden canlanması ancak militarizme ve savaşa karşı mücadeleyi onların kapitalist sistemdeki kaynağına karşı mücadeleyle birleştirmesi ve sosyalist bir program uğruna mücadeleye girişmesi gereken uluslararası işçi sınıfı tarafından önlenebilir. Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin ve onun şubeleri olan Sosyalist Eşitlik Partilerinin perspektifi budur.

Loading