Perspektif

Biden’ın Irak ve Suriye’yi bombalaması: Savaşın normalleştirilmesi

Washington, Pazar gecesi F-15 ve F-16 savaş uçaklarını kullanarak Suriye’deki iki ve Irak’taki bir hedefe bir dizi hassas güdümlü mühimmat yağdırmak için iki ülkeye eşzamanlı olarak hava saldırıları emri verdi.

27 Haziran’da Irak-Suriye sınırına yakın “İran destekli milis grupları” tarafından kullanılan tesislere yönelik ABD hava saldırılarının ekran görüntüsü. (Storyful aracılığıyla DVIDS)

Sahadaki kaynaklar, sınırın Irak tarafında beş kişinin öldüğünü, Suriye tarafında ise bir çocuğun hayatını kaybettiğini ve çok sayıda kişinin de yaralandığını bildirdi.

Irak Başbakanı Mustafa el-Kazımi, hava saldırısını, “Irak’ın bağımsızlığının bariz ve kabul edilemez bir ihlali” olarak kınadı. Suriye Dışişleri Bakanlığı ise Sana haber ajansına yaptığı açıklamada, hava saldırılarının “ABD politikalarının pervasızlığını ve Washington’ın saldırgan güçlerini bölgeden çekmesi gerektiğini” gösterdiğini söyledi.

Saldırılara cevap olarak Pazartesi günü, Suriye’de milisler tarafından bir ABD üssü bombalandı ve Iraklı milisler de ABD güçlerine misilleme tehdidinde bulundu.

Bu, Başkan Joe Biden’in Demokratik Parti yönetiminin Ocak ayında göreve başlamasından bu yana Pentagon’un Irak-Suriye sınır bölgesine düzenlediği benzer türde ikinci bombalı saldırı oldu. Doğu Suriye’deki bir hedefe yönelik ilk saldırı, Biden’ın Beyaz Saray’a girmesinden sadece bir ay sonra gelmişti.

Şubat’taki bu hava saldırısı, Trump yönetiminin İran Devrim Muhafızları Generali Kasım Süleymani’ye düzenlediği insansız hava aracı füze suikastıyla bölgeyi ve potansiyel olarak tüm gezegeni savaşın eşiğine getirdiği 2019’un sonundan bu yana Suriye’deki bu tür ilk ABD bombalaması olmuştu. Saldırı, Biden’ın “Amerika geri döndü” şeklindeki içi boş sloganının gerçekte ne anlama geldiğini dünyaya göstermiş oldu: ABD emperyalizmi, Demokratik Parti yönetimi altında daha da saldırgan bir dış politikaya girişiyor ve dünyayı korkunç yeni savaşlarla tehdit ediyor.

Görünüşte, hem Pazartesi hem de Şubat saldırıları, yaklaşık yirmi yıldır süren Amerikan işgaline karşı olan İran destekli Iraklı milisler tarafından Irak’taki ABD üslerine yapılan saldırılara misilleme olarak gerçekleştirildi. Şubat ayında Pentagon, Irak Kürdistanı’nın başkenti Erbil’deki ABD üssüne atılan bir roketi gerekçe göstermişti. Son hava saldırıları ise, gizli bir CIA tesisi de dahil olmak üzere çeşitli hedeflere karşı insansız hava araçları kullanan milis saldırılarına bir yanıt olarak gerekçelendirildi.

Son saldırıların dikkat çekici özelliklerinden biri, bunların ABD medya ve siyaset kurumu tarafından herhangi bir önemli tepkiye ya da analize yol açmaması, hatta bunlarla ilgili hiçbir eleştiri yapılmamasıdır. Bir ABD başkanının, aynı gün içerisinde, uluslararası hukuku açıkça ihlal ederek ve ABD Kongresi’nden hiçbir yasal yetki almadan iki ülkeye saldırması, haberlere bile zar zor çıkıyor. Önde gelen Demokratlar ve Cumhuriyetçiler, eylemi övdü, bazıları ise İran’a karşı daha saldırgan olunması gerektiğini savundu.

“Teröre Karşı Küresel Savaş”ın başlamasından ve Irak ve Afganistan’daki sömürgecilik tarzı kanlı müdahalelerden yirmi yıl sonra, ABD’nin dünyanın herhangi bir yerinde uyarı yapmadan başlattığı yasa dışı askeri eylemler tamamen normalleştirilmiş durumda. Obama yönetimi bu “küresel savaş”ta “altı cephe”nin olduğunu (Irak, Afganistan, Suriye, Libya, Yemen ve Somali) kabul ederken, Washington tarafından hedef alınan ülke ve kuruluşların tam listesi Biden yönetimi altında gizli tutuluyor.

Pentagon’un, Washington’ın Iraklıları ve Suriyelileri bombalayıp öldürmesinin “kendi meşru müdafaa hakkı uyarınca” olduğu ve “ABD personelini” korumak için yapıldığı iddiası hiçbir yerde sorgulanmıyor. En bariz soru şu; eğer Washington personelini korumaya bu kadar istekliyse, neden onları geri çekmiyor?

Süleymani suikastının ardından Irak Meclisi, tüm ABD ve diğer yabancı işgal güçlerinin derhal geri çekilmesini talep etmişti. Bir buçuk yıl sonra, bilinmeyen sayıda paralı asker, CIA ajanı ve diğer personelle birlikte 2.500 ABD askeri halen sahada bulunuyor. Suriye’yi ise, sayısı bilinmeyen paralı askerler tarafından desteklenen yaklaşık 900 üniformalı asker, ülkenin egemenliğini açıkça ihlal ederek işgal ediyor. Amaçları, Şam hükümetinin, ABD tarafından düzenlenen ve ülkeyi harabeye çeviren rejim değişikliği savaşından on yıl sonra ülkenin yeniden inşası için ihtiyaç duyulan petrol rezervlerine erişimini engellemektir.

Washington, her iki ülkede de işgalini Amerikan birliklerinin Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) ile savaşmak için orada olduğu yalanına dayandırmakta. ABD’nin Suriye’deki El Kaide güçlerini desteklemesinden ortaya çıkan bir “Frankenstein’ın canavarı” olan IŞİD, 2017’de Irak’ta -büyük ölçüde Pentagon’un şu anda saldırdığı milisler tarafından- belirleyici bir şekilde yenilgiye uğratıldı ve 2019 Mart ayında Suriye topraklarındaki son kontrolünü kaybetti.

Washington’ın bölgedeki askeri varlığının devam etmesinin gerçek nedenleri, ABD emperyalizminin küresel hegemonyasının gerilemesini militarizm yoluyla tersine çevirmeye yönelik her şeyi göze almış dürtüsü ile ilişkilidir. Biden yönetimi, kendisinden önceki Obama ve Trump yönetimleri gibi, Washington’ın askeri aygıtının tüm gücünü başta Çin olmak üzere öncelikli olarak “büyük güç rakiplerine” yöneltmek için, bölgedeki “sonsuza dek süren savaşları” sona erdirmek gibi tumturaklı vaatlerde bulundu.

Ancak hepsi, Çin ile çatışmada stratejik bir savaş alanı olmaya devam eden Ortadoğu’dan ABD ordusunu çıkarmayı imkânsız buldular. Çin, bölgenin bir numaralı yatırımcısı ve Irak, İran ve Suudi Arabistan’ın da dahil olduğu ülkeler için bir numaralı ticaret ortağı olarak ortaya çıkmış durumda.

Bu durum, geçen hafta Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi adlı düşünce kuruluşu tarafından düzenlenen çevrimiçi bir konferansta, Merkez Komutanlığı’nın (CENTCOM) başındaki Deniz Piyade Orgeneral Kenneth McKenzie Jr. tarafından dile getirildi.

General McKenzie, Çin’in enerji arzının yarısının bölgeye bağlı olduğuna dikkat çekerek şunları söyledi: “Çin’in Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki çıkarları petrolün çok ötesine uzanıyor. Dünyanın belli başlı denizcilik rotalarının üzerinde yer alan bölge, biz yenilenebilir enerji kaynaklarına geçişimizi tamamladıktan çok sonra bile jeostratejik anlamda kilit bir bölge olmaya devam edecek. Bu nedenle, burası çok farklı değerlere sahip iki sistem arasındaki stratejik rekabetin ana alanlarından biridir…”

ABD’nin Ortadoğu’daki saldırganlığının patlaması, emperyalist militarizmin küresel tırmanışının bir parçasıdır. Geçen hafta, Rus kuvvetlerinin Kırım açıklarında Rusya’nın hak iddia ettiği sulara kasten girdikten sonra uyarı ateşi açtığı ve rotasına bombalar attığı Britanya savaş gemisi HMS Defender’ın tehlikeli provokasyonuna tanık oldu. NATO, gerilimi azaltmak şöyle dursun, Karadeniz’de iki haftalık devasa bir askeri tatbikat olan ve Moskova’nın bir çatışmaya yol açabileceği konusunda uyardığı Deniz Meltemi (Sea Breeze) Harekâtını başlatıyor.

Britanya gemisinin Karadeniz’deki provokasyonundan sadece bir gün önce, güdümlü füze muhribi USS Curtis Wilbur’un Tayvan Boğazı’na gönderilmesi Pekin’den protestolara yol açtı. Bu, Biden’ın 20 Ocak’ta göreve başlamasından bu yana Tayvan Boğazı’na gönderilen altıncı ABD savaş gemisi oldu. Hassas su yolunun ABD ile Çin arasında askeri bir çatışmanın parlama noktası olma tehlikesi artıyor.

Bu sırada, Japonya merkezli USS Ronald Reagan uçak gemisi saldırı grubu ilk kez Kuzey Arap Denizi’ne gönderilmekteydi. Pentagon, uçak gemisinin Basra Körfezi yakınlarında konuşlandırılmasının Afganistan’dan çekilen ABD birliklerine güvenlik sağlamak için olduğunu iddia ediyor. Bununla birlikte, konuşlandırmanın ABD hava saldırılarının ortasında gelişinin tesadüf olmaması ve İran’a karşı da dahil olmak üzere daha geniş bir askeri harekata hazırlık olması çok daha muhtemel.

Bu bölgelerden herhangi biri, küresel bir çatışmaya kıvılcım sağlayabilir.

Dünyanın her yerindeki egemen sınıfların insan yaşamının korunmasını kâr arayışına tabi kılması nedeniyle, COVID-19 pandemisinin bir başka dalgası çoktan 4 milyona yaklaşan resmi can kaybını arttırırken, savaşın normalleştirilmesi toplu ölümlerin normalleştirilmesiyle birleştirildi.

1938’de, II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinin arifesinde, Lev Troçki, Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş belgesi olan Geçiş Programı’nda şunları yazmıştı:

“Emperyalist savaş, burjuvazinin yağmacı siyasetinin devamı ve keskinleşmesidir. Proletaryanın savaşa karşı mücadelesi, kendi sınıf mücadelesinin devamı ve keskinleşmesidir.”

Pandemi sırasında milyonlarca can pahasına canice kâr arayışı, kapitalist sistem ile insanlığın ihtiyaçları arasındaki temel uyuşmazlığı ortaya çıkardı ve sınıf mücadelesinin uluslararası ölçekte hızla büyümesini tetikledi.

ABD ve dünya emperyalizminin savaş yönelimine karşı çıkmak için tek gerçek temeli sağlayan, dünya işçi sınıfının bu mücadelesidir. Can alıcı mesele, bu mücadeleye sosyalist ve enternasyonalist bir perspektif kazandırabilecek bir devrimci önderlik sorunudur. Bu, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin inşasını gerektirmektedir.

Loading