Stalin tarafından öldürülen Sovyet askeri lideri ve Sol Muhalefet üyesinin oğlunun II. Dünya Savaşı hatıraları: I. Bölüm

1941-45 Nazi-Sovyet savaşıyla ilgili bu hatıralar, savaşı gençken deneyimleyen ve şimdi 94 yaşında olan Yuri Primakov tarafından yazılmıştır. Yuri Primakov 1927’de doğdu ve şu anda Moskova’da yaşıyor. Devrimci bir ailede doğan Yuri’nin annesi Maria Dovjik, iç savaşta yer aldı ancak 1922’de Bolşevik Parti’den ayrıldı. Babası Vitali Primakov, 1914’te Bolşeviklere katıldı. Vitali, 19 yaşında Askeri Devrimci Komite’nin üyesi oldu. Komite, Ekim 1917’de Lev Troçki önderliğinde iktidarın ele geçirilmesini örgütledi. Vitali Primakov, iç savaş sırasında Kızıl Ordu’nun önde gelen komutanlarından ve daha sonra da Sol Muhalefet’in üyesi oldu. 1937’de Vitali Primakov, Kızıl Ordu’nun neredeyse tüm liderleriyle birlikte tutuklandı ve idam edildi. Kızıl Ordu liderlerine yönelik toplu katliam, 1937-1938’de hemen hemen bir milyon insanın öldürüldüğü Büyük Terör’ün bir parçasıydı; bunların arasında Bolşevik Parti’nin 1917’deki neredeyse tüm önderliği ve Sovyet Sol Muhalefeti de vardı. Çoğu zaman, devrimcilerin aile üyeleri de ya öldürüldü ya da kamplara gönderildi. Büyük Terör, Nazilerin savaş tehdidi karşısında Sovyet ve uluslararası işçi sınıfını silahsızlandırdı.

Kızıl Ordu’nun başının kesilmesi, Hitler’i ve Alman ordusu (Wehrmacht) liderliğini SSCB’den ciddi bir direniş beklenemeyeceğine ikna etti. Ama yanılıyorlardı. Stalinizmin suçlarına rağmen, Sovyet halkı Ekim Devrimi’nin zaferlerini faşist karşıdevrime karşı savunmak için ayaklandı ama bunun bedeli çok ağır oldu. Savaşta, tahminen 2 milyonu Yahudi, 3 milyonu Sovyet savaş esiri ve milyonlarcası sivil olmak üzere en az 27 milyon Sovyet yurttaşı öldürüldü.

Yuri Primakov’un savaştan sağ çıkması büyük ölçüde şans eseriydi: görme bozukluğu nedeniyle orduya katılamadı ve bunun yerine bir ordu hastanesinde çalıştı. Onun akranı, çoğu sadece çocuk, hemen hemen tüm erkekler askere yazıldı veya partizanlarla birlikte savaştı; büyük çoğunluğu hayatını kaybetti.

Yuri’nin savaşla ilgili anıları eşsiz bir belgedir. Anılar, Nazizmin korkunç suçlarını ve aynı zamanda Stalinist bürokrasinin neden olduğu muazzam şaşkınlığı, kafa karışıklığını ve anlamsız ölümleri gösteriyor. Tarihsel netlik adına bazı küçük düzenlemeler yaptık ve son notlar ekledik. Editörün yorumları köşeli parantez içindedir. Birinci bölüm, 1941 yazında başlayan ve 1942’ye kadar devam eden savaşın ilk bir buçuk yılını anlatıyor. Bu süre zarfında Kızıl Ordu büyük kayıplar verdi ve Wehrmacht, Sovyet Rusya’ya, Volga Nehri’ne doğru ilerledi. Sovyet nüfusunun büyük bir kısmı ve büyük fabrikalar batı SSCB’den tahliye edildi ve Urallar, Sibirya ve Orta Asya’ya taşındı. Bu, insanlık tarihinin en büyük toplu tahliyesiydi.

Yuri Primakov

1941

1941’de annemin ebeveynlerini, dedemi ve anneannemi görmek için Çernigov’a [Kuzey Ukrayna’da bir şehir, Çernihiv olarak da bilinir] tatile gittim. Anneannemin adı Mera Zelikovna, dedemin adı Aron Markoviç’ti. Dedem muhasebeci olarak çalışırdı, anneannem ise ev hanımıydı. Dedem Çernigov’un yerlisiydi, anneannem ise Baturin köyündendi. Annemin evlenmeden önceki soyadı Dovjik’ti. O zamana kadar babaannem Varvara Nikolaevna Primakov çoktan bir [Sovyet] toplama kampına düşmüştü. Vitali Markoviç Primakov’un babası Mark Grigorieviç, 1920’de Petlyura çetesi tarafından dövülerek öldürülmüştü. [1]

Vitali Primakov

1941’de okulda yedinci sınıfı bitirmiştim. 14 yaşındaydım.

22 Haziran’da yoldaşlarım ve ben Desna nehrine yüzmeye gitmiştik. Sallarla yüzüyorduk. Sonra hava saldırı sirenleri ötmeye başladı.

– Yine bir tatbikat, dedi İgor, — ne kadar ötebilirler ki?

– Biraz daha yüzelim, sonra eve gideriz, diye karar verdi Osya.

Oğlanlar benden üç yaş büyüktü ve ben de onlarla aynı fikirdeydim. Ayrıca 1940’tan beri Moskova’da da zaman zaman eğitim tatbikatları yapılıyordu. Biz sudan çıkıp eve gitmeye karar verdiğimizde siren tekrar ötmeye başlamıştı. Acele etmeden, şehrin en güzel noktalarından biri olan kıyıya çıktık. Bütün yurttaşlar orada yürüyüşe çıkmayı severdi. Orada, Kırım Savaşı [1853-56] zamanlarından toplar kıyıya yerleştirilmişti, Çernigov sakinlerinin genellikle Mazeppa’nın evi olarak adlandırdığı, kâtip Lizogub’un evi ve Prens İgor’un Polovtsyalılara [1185’te Kiev Knezliği’ni ya da Kiev Dükalığı’nı istila eden Türk göçebe bir kavim] karşı seferinden önce bir dua ayini gerçekleştirdiği eski kiliseler vardı. Çernigov, Kiev Knezliği’nin en eski şehirlerinden biriydi. 19. yüzyılda, tamamen düşüşe geçmiş ve 1905 olaylarından [1905 Rus devrimi] sonra St. Petersburg’dan asi öğrencilerin gönderildiği sıradan bir taşra kasabası haline gelmişti.

Tüm bu süre boyunca siren ötüyordu ve bu alışılmadık bir şeydi. Kıyıdan yukarı çıktık ve kıyının çimenli yamacında inek otlatan bir kadının yanından geçerken Osya sordu:

– Sirenlere ne oldu böyle? Neden sürekli ötüyorlar? Yoksa bozuldular mı?

– Savaş çıktı, çocuklar. Almanlar saldırdı. Ve Kiev’i bombaladılar.

Aceleyle eve döndük. Savaştan önce kasabanın ana meydanı olan Kızıl Meydan’da Şors Sineması’nın yanından geçerken, hoparlörden Dışişleri Komiseri V. M. Molotov’u [2] duyduk. Her zamankinden daha fazla kekeliyordu ve bu bizi endişelendirmişti. Savaşın gerçek olduğu anlamına geliyordu bu. Kızıl Ordu askerleri miğferleri ve tüfekleriyle meydanın köşelerinde çeşitli yerlerde duruyorlardı. Omuzlarında gaz maskeleriyle birlikte çantalar asılıydı. Eve koştuk ve ebeveynlerimiz tarafından hemen azarlandık. Ülkede neler olup bittiğini kimse bilmiyordu. Evdeki yatak odamızda yepyeni bir SI-235 radyo alıcımız vardı. Butonları elimizden geldiğince çevirdik ama şarkılar ve marşlar dışında hiçbir şey aktarılmadı.

Hitler-Stalin Paktı olarak da adlandırılan Molotov-Ribbentrop Paktı’nın imzalanması sırasında Stalin

Ertesi gün radyodaki sunucu, Batı sınırında yoğun çatışmaların yaşandığını ve SSCB’nin Almanya’nın yanı sıra Finlandiya ve Romanya tarafından da saldırıya uğradığını söyledi. Tüm Batı sınırı boyunca çatışmalar vardı. Birliklerimiz düşmana ağır kayıplar verdiriyor ve karşı saldırıya geçiyordu. Stalin sessizdi ve en şaşırtıcı olan da buydu. Ne de olsa ülkedeki tüm güce sahip olan ve Hitler’le barış antlaşması imzalayan oydu. [3] Bu antlaşmadan sonra [23 Ağustos 1939’dan itibaren] Almanca öğretmenimiz bize “Der Deutsche Führer ist Adolf Hitler und unser Führer ist Genosse Stalin” [Alman Führer Adolf Hitler’dir ve bizim Führer’imiz Yoldaş Stalin’dir”] demişti. Her şey çok basitti. Anglo-Fransız emperyalistleri bizi bir savaşa çekmek istemişlerdi; ancak bilge Stalin yoldaş, Hitler’le bir anlaşma yaptı ve her şey yolunda gitti. Letonya, Litvanya, Estonya ve Besarabya’nın emekçi halkları tamamen gönüllü olarak Sovyetler Birliği’ne katılmak istediler ve biz de onları reddedemezdik. [4] İstekleri üzerine askerlerimizi oraya gönderdik ve böylece onları savaştan koruduk. Dostumuz Hitler’in neden onlar için bir tehdit olduğu anlaşılmaz bir durumdu. Gazeteler ve dergiler, cesur ve yetenekli Alman ordusunun zaferleri hakkında makaleler yazdı ve Savunma Komiseri Voroşilov yoldaş, savaşın yalnızca düşman topraklarında yapılacağı ve çok az kan döküleceği duyurusunda bulundu. Herkes Eğer Yarın Savaş Gelirse filminden yeni bir favori şarkıyı söylüyordu: “Ve düşmanı kendi topraklarında yok edeceğiz, az bir kayıpla, güçlü bir darbe!”

Artık, 22 Haziran’dan sonra, radyoda sürekli iç savaş şarkılarıyla birlikte çalınan tam da bu şarkıydı. Daha sonra daha ciddi ve kasvetli bir şarkı olan Vstavai strana ogromnaya çalındı [“Kalk, büyük ülke”; muhtemelen SSCB’deki en popüler İkinci Dünya Savaşı şarkısı. “Kutsal Savaş” olarak da bilinir]. Şarkılarda her şey kulağa hoş geliyordu ama cephede neler olduğunu anlamak imkânsızdı. Lviv ve Brest bölgesinde çatışmalar devam etmekteydi, düşman ağır kayıplar veriyordu ancak birliklerimiz taarruza geçmemişti. Tüm radyoların ve silahların –küçük kalibreli tüfekler ve av tüfekleri– üç gün içerisinde polise teslim edilmesi için radyoda bir emir yayınlandı. Dedem yeni radyo alıcımızı teslim etti; İgor’un babası eski çifteli tüfeğini verdi ve komşu da küçük kalibreli tüfeğini verdi. Nedenini kimse anlamadı. Belki de savaş çoktan sona ermişti ve işler bölgemizde partizan savaşı raddesine gelmeyecekti? Hitler’le pakt imzalandıktan hemen sonra sinema ekranlarından kaybolan anti-faşist filmler (Oppenheim Ailesi, Profesör Mamlock) sinemalarda gösterilmeye başlandı. Filmlerde faşistler sadece Yahudilere zulmediyordu ve iyi Almanlar buna üzülüyordu; Alman halkı bu rezaleti hiç de tasvip etmiyordu. Herkes endişeliydi ancak çoğu kişi savaşın Çernigov’a ulaşmayacağından emindi.

Moskova’daki barikatlar, Ekim 1941

Sonunda, 3 Temmuz’da Stalin radyoda konuştu. İlk ve son kez, bu ülkenin sakinlerine “kardeşler” ve “arkadaşlar” diye seslendi. Saldırının haince ve ani olduğunu, Hitler’le yapılmış olan antlaşmanın gerekli olduğunu ancak davamızın haklı olduğunu ve zaferin bizim olacağını söyledi.

Yüzmeye gitmeye devam ettik ve savaşın sonbahara kadar biteceğinden emindik. Okula geri dönecektik ve her şey eskisi gibi olacaktı. Ancak rahatsız edici söylentiler şehirde dolaşıyordu. Bazıları Almanların hava birliklerini her yere indirdiğini, hepsinin bizim gibi giyindiğini ve aksansız konuştuğunu söyledi. Teyakkuz su yüzüne çıkmıştı. Şehirde insanlar Temmuz ayı başlarında pencerelerini karartmaya başlamışlardı ve pencerelerde kâğıt perdeler vardı. Cephenin nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Pazarda hâlâ yiyecek ve dükkânlarda ekmek vardı.

Aniden bir gün, her zamanki gibi Desna nehrinde yüzmeden dönerken, Öncüler Sarayı’nın (eski bir sinagog) yakınında küçük bir kamyon (1,5 t GAZ) gördük. Ahşap tahtalarda sıra sıra yuvarlak delikler vardı. Bir cetvel ile delinmiş gibiydiler. Kamyonda birkaç kişi vardı. Çoğu, evrak çantalı veya küçük valizli yaşlı, sakallı Yahudilerdi. Birkaç da Ukraynalı erkek ve kız.

– Nereden geliyorsunuz çocuklar?

– Reçitsa’dan [Belarus’ta bir köy].

– Peki, neden buraya geldiniz?

– Almanlar Reçitsa’da. Tankları geldi. Kasabanın bir ucunda onlar vardı, diğer ucunda da biz.

Osya ve İgor birbirlerine baktılar ve aceleyle eve gittik. Reçitsa ile Çernigov arası 180 kilometreden azdı. Sabah saatlerinde kasabayı panik sardı. Kasabada hiç asker yoktu. Yetkililer, ellerinden gelen her şekilde; arabalarla, tren vagonlarıyla kasabadan kaçıyorlardı. Birçoğu trenle Rusya’ya gitmeye çalıştı. Almanlar Gomel yakınlarında bir treni bombaladıktan sonra 10 Temmuz’da bazı insanlar şehre dönüyordu; daha sonra Alman avcı uçakları, kaçan insanları vurmak için yer seviyesinde uçtu. Çok kötü bir durumdu. Cephenin nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Radyo, Batı cephesindeki çatışmalar ve birliklerimizin nasıl başarılı bir şekilde direndiği hakkında bilgi vermeye devam etti. Bir Alman savaş esiri Ukrayna şehirlerinde dolaştırılıyordu; adam, herkese Rusça ve Ukraynaca olarak Alman halkının Hitler’i sevmediğini ve Kızıl Ordu’ya yardım etmeye hazır olduklarını anlattı. Bu adam Ukraynacayı aksansız konuşuyordu, bu da şüphelere neden olmuştu. Birçok kişi onun Alman olmadığını düşünmeye başladı. 11 Temmuz’da dedem beklenmedik bir haberle geldi.

– Yarın bir vapura bineceğiz. Biletleri aldım. Yura’yı [Yuri için bir takma ad] Moskova’ya götüreceğiz ve oradan sonrasına bakarız. Okula geç kalmamalı.

Hızlıca eşyalarımızı topladık. Anneannem asıl hazineyi, büyük bir şişe vişne likörünü sepete yükledi.

– Savaş bittiğinde kutlayıp geri döneceğiz. Belki yeni bir hasat toplamak için hâlâ zamanım olur ve masaya bir şişe daha koyarız. Gelecek yıl için bir tane olacak.

Ve 12 Temmuz akşamı kendimizi bir mavnanın bağlı olduğu küçük bir vapurda bulduk. Novgorod-Severski’ye kadar Desna Nehri oldukça geniştir. Osya Mejirov Moskova’ya daha önceden gitmişti, İgor Moroko’nun ailesi ise kasabada kalmaya karar vermişti. Kasaba bombalanmamıştı ve hangi uçakların başımızın üzerinde uçtuğunu bilmiyorduk. O zamanlar Alman uçaklarının aralıklı uğuldamasını, Sovyet uçaklarının sürekli vızıltısından henüz ayırt edemiyorduk. Vapur, nehrin akıntısına karşı ağır ağır yol alıyordu. Hem vapur hem de mavna insanlarla doluydu. Yaşıtlarımı tanıma fırsatım oldu. Vanya [İvan için bir takma ad] Skidan ve arkadaşı Dora Baskina’ya en yakındım. İvan, annesi ve küçük erkek kardeşleriyle birlikte seyahat ediyordu; Dora, annesi ve küçük kardeşleriyle birlikte. İvan yakışıklı, uzun boylu, çok kibar ve cesur biriydi. Dora güzel ve neşeli bir kızdı. O zamanlar ben sadece 14 yaşındaydım, onlar benden biraz daha büyüklerdi. İvan Ukraynalıydı, Dora Yahudiydi.

Çağdaş bir haritada Yuri Primakov’un tahliyesinin yerleri. Yolculuk yaklaşık 2.100 kilometre uzunluğundaydı.

Gemide çok sayıda Yahudi vardı. Onlar, SSCB’de bazen Hitler’in Yahudilere yönelik politikaları hakkında yazarlardı ve bazıları [Kızıl] orduya katılmanın veya oradan ayrılmanın daha iyi olduğunu düşündüler. Yolda, Almanca Eine Frau fährt durch die Welt [Bir Kadın Dünyayı Geziyor] adlı kitabı okuyup bitirdim. Kitap, parti çalışması yürüten ve önemli görevler için her türlü yeri dolaşan bir Alman komünistin hikâyesiydi.

Novgorod-Severski’ye vardık ve birden radyoda İngiltere’nin müttefikimiz olduğunu ve artık yalnız olmadığımızı duyduk. Kıyıdaki bazıları buna o kadar sevindi ki, aynı vapura tekrar binip Çernigov’a geri döndüler. Bu küçük insan grubunu hayatımın sonuna kadar hatırlayacağım. Geri döndüler, doğruca ölüme gittiler. Bunların ezici çoğunluğu Yahudilerdi; hemen bir mucizeye inandılar. Radyo, birliklerimizin düşman tarafından yapılan tüm saldırılara karşı ne kadar başarılı bir şekilde savaştığını her zaman duyurduğundan daha da fazla duyuruyordu. Ama anneannem, dedem, Vanya ve Dora daha küçük başka bir buharlı gemiye bindiler, nehir boyunca yolumuza devam ettik. Trubçevsk’e ulaştık. Eşyalarımızı demiryoluna götürdük ve ilk gördüğümüz şey rayların yanında duran vagonlardı. Alman hava kuvvetlerinin yakın zamanda burada olduğu açıktı. Akşam bize bir yük treni verildi ve yük vagonlarıyla kuzeye doğru gittik.

Sonra vagonlarımız, silahsız Kızıl Ordu askerlerini doğuya taşıyan büyük bir trene bağlandı. Askerlere bir düzineden az muhafız refakat ediyordu. Lokomotife bir makineli tüfek yerleştirilmişti. Bu Kızıl Ordu askerleri, SSCB’nin farklı yerlerinden Almanlardı. Aniden güvenilmez görülmüşlerdi, yetkililer her an düşmana geçebileceklerine inanarak onları ordunun en arka kısmına göndermişlerdi. Bu insanlar da bizim kadar iyi Rusça konuşuyorlardı, onlar bizim halkımızdı, Sovyet halkıydı ama Stalin onlara güvenmiyordu. Bütün bir tren dolusu asker cephe gerisine doğru gidiyordu ve onlara daha dün bu savaşçıların yoldaşı olan Rus Kızıl Ordu askerleri refakat ediyordu. Çok az refakatçi vardı ve Almanlar vagonları canları istediği gibi terk edebiliyorlardı. Alman uçakları Bryansk yakınlarına asker indirdiğinde, tüm refakatçiler düşmanları yakalamak için ormana koştu. Alman Kızıl Ordu askerlerinden hiçbiri kaçmayı düşünmedi bile.

Platformda oturuyorduk, birinin bizden onlara yardım etmemizi istemesini bekliyorduk. Kimse istemedi. Büyüklerimiz bize trenden kesinlikle ayrılmamamızı söylediler. Trendeki başlıca erkekler bizlerdik. Tren durduğunda tahliye edilenlere yiyecek almak için koştuk, konserve kutularının taşınmasına yardım ettik, uzaktaki bakkallardan gömleklerimizin içinde ekmek taşıdık—gömleklerimizi çıkardık, düğmelerini ilikledik ve içlerine somun ekmek doldurduk. Hiçbir çantamız yoktu. Tahliye edilenler, istasyonlardaki tüm ürün ve yiyecekleri ücretsiz olarak alırdı. Trene zamanında dönmeyi başarmak önemliydi. Trenin istasyondan ne zaman ayrılacağını kimse bilmiyordu. Askeri trenler ve fabrika teçhizatı taşıyan trenler öncelikli geçiş iznine sahipti.

Bryansk’ı geçtikten sonra trenin Başkurdistan’a [Volga Nehri ile Ural Dağları arasında, ağırlıklı olarak bir Türk halkı olan Başkurtların yaşadığı bir Sovyet cumhuriyeti] gideceği söylendi. Moskova’dan gelen ilk mülteci trenleriyle karşılaştık. Vagonlardan seslenerek bize Moskova’nın yoğun bombardıman altında olduğunu söylüyorlardı. Ağustos ayının başlarında Ufa’ya [Başkurdistan’ın başkenti] vardık. Ufa’dan sonra tren hızlandı. Bazı insanlar İşimbay’a gitmeye karar verdiler; orada yakın zamanda petrol sahaları keşfedilmişti. Ama anneannem ve dedem kırsal alana gitmeye karar verdiler. Anneannem kırsalda doğmuştu ve köy hayatına daha alışkındı. Sterlitamak’a vardık ve oradan trenle Saraisi köyüne gittik.

Böylece köy hayatımız başladı. Bir kolhoznitsa’nın [kolektif çiftçi] yanına yerleştirildik. Kadın iyi Rusça bilmiyordu, oğlu onun için tercüme ediyordu; oğlu, benim yaşlarımda bir okul çocuğuydu. İkinci gün dedemle birlikte tarlaya gittik ve harman yerinde tahılı zincirlerle dövdük. Ağır bir işti ve alışık olmadığım için yoruldum. Dedem daha da yoruldu ve bu görevinden alındı. Bir biçerdöverde çalışmaya gönderildim. Başkurdistanlı küçük bir çocukla birlikte hazneden tahılları torbalara döktüm ve yan tarafa koydum. Çantalar çok ağırdı ama acele etmemiz gerekiyordu. Hasat iyiydi ve biçerdöverin haznesi çabucak doluyordu. Sonra çantaları bir kamyona yüklemek zorunda kaldık. Bazen yetişkin adamlar; bir traktör ve biçerdöver sürücüsü bize yardımcı oluyordu. Tarlada bize lezzetli yemekler verilirdi ve doyana kadar yerdik. Herkesin iştahı iyiydi. Başkurt dilinde iş için gerekli olan bazı kelimeler öğrendim: “utır”—otur, “etar”—yeter, “tuhta”—dur, “ipmak”—ekmek, “pısak”—bıçak ve birkaç tane daha.

Bir gün işten eve geldiğimde evin oğlunun kitap okuduğunu gördüm. Resimler tanıdık geldi ama okuyamadım. Jules Verne’in Başkurt dilinde Denizler Altında Yirmi Bin Fersah adlı romanıydı. Ve Sovyetler’in gücünün çok kısa bir süre içinde ne kadar büyük başarılar elde ettiğini bir kez daha anladım. Devrimden önce Başkurtların yazılı dili yoktu. Mollalar ve eğitimli insanlar Kuran’ın dili olan Arapçayı okuyup yazdılar. Sovyetler, sadece 10 yıl içinde Rus ve Latin harflerinin karışımından bir yazı dili oluşturmakla kalmadı, dünya edebiyatının birçok eserini çocukların kendi dillerinde okuyabilmeleri için Başkurt diline çevirdi.

Savaş sırasında Botkin Hastanesi’ndeki Kızıl Ordu askerleri

Köyde hijyen zayıftı ve şiddetli dizanteriye yakalandım. O kadar hızlı zayıf düştüm ki bölge hastanesine zar zor yetişebildim. Paramedik dedi ki; “Ufaklık çok zayıf. İki hafta daha yaşayabilir.” İlaç yoktu. Anneannem bana biraz yağsız süt yaptı ama bu benim durumumu daha da kötüleştirdi. Bu olay Eylül ayının başlarındaydı. Anneme bir telgraf gönderdiler; “Yura ölüyor. Hoşça kal demeye gel.” İki hafta sonra annem geldi. Bir mucize eseri, onu işyerinden bırakmışlar ve geçiş izni vermişler [propusk; Sovyetler Birliği’nde seyahat edebilmek için bu belgeden gerekliydi]. Annem, ilaç ve beyaz ekmek getirdi. İyileşmeye başladım, o da Moskova’ya döndü. Annem Botkin Hastanesi’nde acil servis şefiydi. Savaşın başlamasından bu yana hastane askeri hastaneye dönüştürülmüştü.

Artık tarlada çalışamazdım ve köy meclisinde görevlendirildim. Geceleri görev başında olmam ve Bilgi Bürosu’nun telgraflarını ve özetlerini kaydetmem gerekiyordu. Bir gün, tesadüfen rafta olağanüstü bir kitap buldum: Ernst Henri, SSCB’ye Karşı Hitler [Gitler protiv SSSR]. Bu kitap 1936’da basılmış ve daha sonra yasaklanmıştı. [5] İçinde Hitler’in SSCB’ye saldırması durumunda Alman birliklerinin olası harekât şemalarını buldum.

Henri’nin “SSCB’ye Karşı Hitler” kitabının 1938 baskısının kapağı

İşin en şaşırtıcı yanı, bu şemaların köy meclisinde asılı olan haritadaki bayrakların konumlarıyla birebir örtüşmesiydi. Bu, Alman planlarında şaşırtıcı bir şey olmadığı anlamına geliyor! Onları savaştan çok önce biliyorduk! Ertesi sabah dedeme bu kitaptan bahsettiğimde beni köyün dışına çıkardı ve kararlı bir şekilde, gözlerimin içine bakarak şöyle dedi: “Eğer baban ve yoldaşları hayatta olsalardı, bugün burada oturuyor olmazdık. Her şey çok farklı olurdu.” [Büyük Terör] hakkında bir daha hiç konuşmadık.

Annem 1937’de bana, çok katı bir şekilde, babamdan ve yoldaşlarından söz edersem –Potilikha’daki [Moskova’nın bir semti] birçok komşumuz gibi– tutuklanacağımızı söylemişti. O zamanlar insanlar birbiri ardına ortadan kayboluyordu ve kimse sıradakinin kim olacağını bilmiyordu.

Öldürülen Kızıl Ordu generalleri. En üst sırada soldan sağa; Mihail Tuhaçevski, İona Yakir, İeronim Uboreviç. Orta sırada; Avgust Kork, Robert Eideman, Vitovt Putna. Alt sırada; Boris Feldman, Vitali Primakov, Yan Gamarnik

1942

Bir hafta sonra annem Ufa’dan geri döndü. Almanlar Moskova’ya ilerlemiş, şehrin kuşatma altında olduğu duyurulmuştu ve Moskova’ya kimsenin girmesine izin verilmiyordu. Maria Aronovna [Dovjik, annesi] bölgesel epidemiyoloji uzmanı olarak atandı ve biz de bölge merkezi Sterlibaşevo’ya taşındık. Okula orada gittim ve sekizinci sınıfı bitirdim. Şubatta 15 yaşına girdim. İlkbaharda, Almanlar Moskova’dan biraz uzaklaştırıldıktan sonra, annemin Moskova’ya dönmesine ve beni de yanına almasına izin verildi. Anneannem ve dedem, Sema dayımın [Samuil Aronoviç Dovjik, teknik bilimler doktoru, Merkezi Aerohidronamik Enstitüsü’nde ilk rüzgâr tünelini yarattığı için Stalin ödülü sahibi] ailesiyle birlikte kalmak için Novosibirsk’e gitti. Moskova yolunda alabildiğimiz kadar yiyecek aldık. En önemlisi de kuru patates tedarikiydi. Başkurtların patatesleri korumak için çok iyi yöntemleri vardı. Patates soyulur, ince dilimler halinde kesilir ve bir dakika boyunca kaynar suya batırılır ve daha sonra bir Rus sobasında kurutulur. Patates bu şekilde birkaç yıl saklanabilir ve tadı erişte gibi olurdu. Bu tedarik, annem yiyecek karnelerini alana kadar çok yardımcı oldu. Moskova’da insanlar açlıktan ölüyordu.

Moskova’da Botkin Hastanesi’nde hizmetli olarak çalışmama izin verdiler ve Mayıs ayında yaralıları sedyeyle taşımaya başladım. 1942’de bize Merkez Cephe, Birinci Belarus Cephesi, Ukrayna Cephesi ve Partizan bölgesinden [partizanlar tarafından tutulan ve Almanlara karşı savunulan bölgeler] yaralılar getirildi. Sık sık hava saldırıları oluyordu ancak 1941’den farklı olarak Moskova artık bombalanmıyordu. Midesinden yaralanmış bir askeri sedyeyle taşıdığımı hatırlıyorum. Bana kendi tarafına [Kızıl Ordu’ya] nasıl sürünerek geri döndüğünü anlattı. Mojaysk’ı [Moskova bölgesinde bir şehir] Almanlardan alma girişimi sırasında yaralanmıştı. 1942 yazıydı. Askerlerde üç kişiye bir tüfek düşüyordu. Yaralı savaşçı asla Alman mevzilerine ulaşamamıştı. Tüfek yerine küreği vardı. Başkurdistan’daki okulda bize küçük ve büyük istihkâm küreğiyle süngü dövüşü teknikleri öğretilmişti. Tüm okulda sadece bir eğitim tüfeği vardı.

Cepheden gelen haberler iyi değildi. Birliklerimiz Kafkasya ve Volga’ya doğru geri çekiliyorlardı. Bazen Potilikha’daki ortak apartman dairesindeki odamızda uyudum. Patatesler için küçük bir sebze bahçesi oluşturmayı başarmıştık. Bu da gıda karnelerine ek olarak yardımcı oldu. Yaz ortasında okula gittim. Dokuzuncu ve onuncu sınıflara uzaktan eğitim ile devam edilebiliyordu. Gündüz öğrendim, gece nöbet tuttum.

Yaz ortasında, Jenya teyzemin kocası aniden bizi telefonla aradı ve ziyarete geldi. Jenya teyzem, Dovjik ailesi tarafından evlat edinilmişti. 1905’te Çernigov’daki Yahudi karşıtı pogromdan sonra anneannem ve dedem onu yanlarına almıştı. [6] Jenya teyzem, tüm ailesi içinde kurtulabilen tek kişiydi. Çok küçük bir çocuktu, sadece 5 yaşındaydı ve kimse onu fark etmemişti. Savaştan önce enstitüden mezun olmayı başardı ve Çernigovskaya gazeta’dan bir gazeteciyle evlendi. Hem o hem de kocası Samuil çok iyi sporculardı, bu yüzden önümde komutan üniforması içinde tamamen tükenmiş bir adam gördüğümde afallamıştım.

Naziler tarafından tahrip edildikten sonra Çernigov’un enkazları

Annem akşam vaktinde döndü; nöbetçiydi ve hastanede kalması gerekmişti. Ancak o günlerde bize çok az yaralı getirildi, çünkü Merkez Cephe’de ve diğer Batı Cephelerinde bir durgunluk vardı. Çatışmalar güneyde; Kırım, Rostov ve Don Nehri bölgelerinde gerçekleşiyordu. Almanlar ve müttefikleri Volga Nehri’ne doğru ilerliyorlardı. Samuil bize Jenya’nın bizden sonra tahliye edilmeyi başardığını ve kendisinin de orduda gönüllü olduğunu söyledi. Savaş muhabiri olmuştu; başlangıçta rütbesiz erdi. Samuil, bize Ağustos 1941’de yanan Çernigov’dan nasıl ayrıldığını anlattı. Göring, Alman hava kuvvetlerinin neler yapabileceğini göstermeye karar vermişti ve sadece bir fabrikası, bir müzik enstrümanı fabrikası olan kasaba, Kiev havalimanından kalkan Alman hava kuvvetlerinin ağır bombardımanına uğramıştı. Ahşap kasaba tamamen yanmış, eski kiliseler bombalanmıştı. Samuil, sokakta yürürken yazı işleri ofisinin nasıl bombalandığını görmüştü. Orayı savaştan hemen önce inşa etmeyi bitirmişlerdi.

Samuil, Moskova yakınlarındaki küçük bir teğmenlik okuluna gönderildi. Onlara neredeyse hiç yemek verilmiyordu. 1942 kışında kar altından donmuş patates ve pancarla yetinmek zorunda kaldılar. İşçiler için iki yiyecek karnemiz vardı ve ilk defa yeterince yiyebildi. Artık üsteğmen okulunu bitiriyordu ve onu cepheye geri göndermek üzereydiler. Samuil Uşhitski, Kursk Muharebesi’nde [Temmuz-Ağustos 1943. Tarihin en büyük tank savaşıydı ve Wehrmacht’ın Doğu Cephesi’ndeki son taarruzuydu.] öldü. Bir havan topu müfrezesinin komutanıydı.

Yoldaşım Volodya Veremeenko partizan birliğinde savaştı. Birliğe onunla katılmamı önerdi ama ben ondan çok daha küçüktüm ve daha da önemlisi miyop olmuştum. Savaştan önce miyobum -6’ydı ve 1943’te -7 olmuştu. Orduya uygun değildim. Ayrıca bizim sokakta futbol takımından bir yoldaşla tanıştım; Yura Babloyan. Kerç’te [Karadeniz bölgesinde, Kırım yakınlarında bir şehir] konuşlandırılan bir paraşütçü birliğindeydi. Paraşütçülerin topları veya tanksavar tüfekleri yoktu. Alman tankları sığ kuma saldırdıklarında, ordu paraşütçüleri onları karşılamak için göndermişti. Almanlar geri çekildi. Yura kuvvetli ve uzun boylu bir adamdı. Hayatta kaldı ve hastanede iyileşmek için Moskova’ya döndü. Çok, çok sayıda insan öldürülmüş ve yaralanmıştı.

Hastanede çalışmaya ve okula gitmeye devam ettim. Annem çok yoruluyordu. Sürekli hastanede kalması gerekiyordu, hafta sonları tatili yoktu ve sık sık 24 saat çalışmak zorunda kalıyordu. 1941’de hava akınları sırasında yaralıları sedyelerle taşımak zorunda kalmıştı. Petrograd’daki Şubat devrimi sırasında ve iç savaş döneminde cephede daha önce ateş altında kalmıştı; kurşunlardan veya top mermilerinden korkmuyordu. Ağır yük taşımak zorunda kalmasından dolayı omuzunun biri diğerinden daha aşağıdaydı ve sırtı ağrıyordu. Ama asla yorgunluktan şikâyet etmezdi, her zaman enerjik, neşeli ve sevecendi. Yaralılar bunu görüp, anlıyorlardı. Hastanedeki çoğu kişi ondan övgüyle söz eder ve ona şükran duyardı. Belki de bu, [savaştan sonraki] doktorlar davası sırasında baskıdan kurtulmasına yardımcı oldu. [8] Ve her zaman soyadı Dovjik’i korudu, Kızıl Kazaklar komutanının [Çernovnnoe Kozaçevstvo; Vitali Primakov tarafından iç savaş sırasında kurulan önemli bir süvari birliği] karısı olduğu gerçeğiyle asla gösteriş yapmadı ve ailemiz hakkında böbürlenmeme izin vermedi.

O sırada hastane koğuşunda çalışan doktorlar arasında annemin bir arkadaşı olan Ksenia Maksimilianovna Vitsentini’yi çok iyi hatırlıyorum. Daha sonra uzay roketleri yapacak olan kocası Sergey Pavloviç Korolev, o sırada bir kampta hapsedilmişti. Ancak Botkin Hastanesi Müdürü Boris Abramoviç Şimelioviç, halk düşmanlarının eşlerine iş vermekten korkmuyordu. Kendisi Yahudi Anti-Faşist Komitesi’nin liderlerinden biriydi. [9] Savaş sırasında göstermelik duruşmalar sona ermişti, hatta hapsedilenlerin bazıları serbest bırakılmıştı ve herkes savaş öncesi tutuklama ve infaz kâbusunun sona erdiğini umuyordu. O yıllarda kimse bunun sadece bir duraklama olduğunu bilmiyordu.

Annemin kız kardeşi, Fenya teyzem Krasniy flot (Kızıl Filo) gazetesinde çalışıyordu. Yayın kurulu Moskova’ya dönmüştü. Gazetelerin haber yapmadığı detayları ondan ve yaralılardan öğrendik. Müttefiklerin yardımı çok önemliydi. Amerikalılar tarafından gönderilen Douglas nakliye uçakları gökyüzünde sıradanlaştı ve sokaklardaki askeri araçların çoğu Amerikan’dı; Ford, Studebaker, Dodge ve Willis. Karnelerimizle aldığımız tayınlar Amerikan konserve eti içeriyordu. Savaş sırasında elimizdeki tek et buydu. Şeker ve yağlar da Amerika’dan geliyordu. Gazeteler Amerika’nın Almanya’ya yaptığı hava saldırılarını bildiriyorlardı ama herkes [Batı’daki Müttefikler tarafından] ikinci bir cephenin açılmasını bekliyordu. Avrupa’da partizan hareketi büyüyordu. Partizanlar, harekete Josip Broz Tito’nun önderlik ettiği Yugoslavya’da özellikle güçlüydü.[10]

Sivastopol yakınlarındaki deniz piyadelerinde çavuş olan genç bir kadının bir gece bize nasıl getirildiğini hatırlıyorum. Almanlarla yapılan ağır savaşlardan sağ salim çıkmayı başarmış ve küçük çocuklarını görmek için kısa bir tatille Moskova’ya gelmişti. Bir gece, hastaneden çok uzak olmayan bir yerde ona bir araba çarptı. Ambulans onu acil servisimize getirdi. Bana bir uçaksavar nişancısı gönderilmeden önce onu sadece ameliyathaneye götürmek için zamanım olmuştu. Çok fazla sıhhiyemiz yoktu; sadece Kolya amca ve Mişha amca vardı, ikisi de 60’larındaydılar. Bu yüzden bize sadece komşu bataryadan uçaksavar nişancıları gönderiyorlardı. İkisi de benimle birlikte sıhhiye olarak çalışıyorlardı. Ameliyathaneye koştum ve Sivastopol’den gelen kadını masanın üzerinde yatarken gördüm. Doktor Vitsentini bana katı bir sesle emretti: “Yura, ellerini yıka, bir maske tak ve masanın yanında dur. Onun bacağını tutacaksın.” Ameliyat masasında duruyordum, kanın leğene döküldüğü kanlı karmaşaya bakmamaya çalışıyordum. Çavuşun karnının tüm alt kısmı, kendisine çarpan arabanın çamurluğu tarafından yarılmıştı. Ve ardından araba uzaklaşmıştı. Ameliyattan sonra onu hastanenin kurucusu Soldatenkov’un zamanında inşa edilmiş uzaktaki ahşap kışlalardan birine götürdük. Kışlaya yaklaştığımızda kadının bilinci yerine geldi ve içecek bir şeyler istedi. Böyle bir ameliyattan sonra bir şey içemeyeceğini söyledim. Sabah içebilirdi. Sabahleyin öldü.

Bir keresinde bize bir tank mürettebatından birisi getirildi; tank konvoyu Leningrad karayolundan geçerken tanktan düşmüştü. Tank operatörü o kadar iyi düşmeyi başarmıştı ki, tüm konvoy onun yanından geçmişti ve bütün gece boyunca tek bir tank onun üzerinden geçmemişti. Sadece küçük bir kafa sarsıntısı geçirmişti.

Devam edecek

Son notlar

[1] Simon Petlyura, askerleri iç savaş sırasında Kızıl Ordu’ya karşı savaşırken çok sayıda Yahudi karşıtı pogrom düzenleyen, ün salmış bir Ukraynalı milliyetçiydi.

[2] Vyaçeslav Mihailoviç Molotov (1890-1986), Stalin’in yakın bir müttefiki olarak Büyük Terör’den sağ kurtulan çok “Yaşlı Bolşevikler”den biriydi. Birçok yüksek görev makamı arasında 1939’dan 1949’a kadar Bulunduğu Sovyet Dışişleri Bakanlığı da var. 1930’lardaki korkunç suçları için asla sorumlu tutulmadı ve 96 yaşında huzur içinde öldü.

[3] Ağustos 1939’da Stalin, Nazi Almanya’sını Sovyetler Birliği’ne saldırmaktan caydıracağı umuduyla Adolf Hitler ile bir pakt imzaladı. Anlaşma, hem Nazi toplama kamplarında çürüyenlerin hem de dünyanın dört bir yanındaki komünistlerin kafasını karıştırdı. İmzalanmasından kısa bir süre sonra, Nazi Almanya’sı Polonya’yı istila ederek II. Dünya Savaşı’nı başlattı. Sonraki iki yıl boyunca Stalin, SSCB’ye yönelik yaklaşan saldırıya ilişkin birçok uyarıyı görmezden geldi. 22 Haziran 1941’in erken saatlerinde, Wehrmacht’ın istilası sırasında bile, haberlere inanmayı reddetti. Şok olan ve kafası karışan Stalin, daçasına çekildi ve haftalarca Sovyet halkına hitap etmedi.

[4] Hitler-Stalin Paktı ve Nazilerin Polonya’yı istilasından sonra Sovyetler Birliği, sınırlarına Doğu Polonya, Batı Belarus ve Batı Ukrayna ile Baltık ülkelerini dahil etti. Troçki, Marksizmi Savunurken’de Hitler-Stalin Paktı ve Sovyetler Birliği’nin bu ülkeleri işgalinin, yozlaşmış bir işçi devleti olarak SSCB’nin sınıf karakterini değiştirmediği konusunda ısrar etti. Bununla birlikte, Kremlin’in ve Stalinistleşmiş Komintern’in bürokratik manevraları, SSCB’de ve uluslararası alanda milyonlarca işçinin kafalarını karıştırdı ve sosyalist bilinçlerini zayıflattı. Troçki şöyle yazıyordu: “Genel olarak Kremlin’in tüm dış politikası ‘dost’ emperyalizmin alçakça süslenmesine dayanmaktadır ve bu nedenle, dünya işçi hareketinin temel çıkarlarının ikincil ve istikrarsız avantajlar için feda edilmesine yol açmaktadır. Beş yıl boyunca işçileri ‘demokrasilerin savunulması’ sloganlarıyla kandırdıktan sonra Moskova şimdi Hitler’in yağma politikasını örtbas etmekle meşgul. Bu kendi içinde hâlâ SSCB’yi emperyalist bir devlete dönüştürmez. Ama şimdi Stalin ve onun Komintern’i, emperyalizmin şüphesiz en değerli ajanlarıdır. Kremlin’in dış politikasını tam olarak tanımlamak istersek şunu söylememiz gerekir: emperyalist kuşatma altındaki bir yozlaşmış işçi devletinin Bonapartist bürokrasisinin politikası.”

[5] Ernst Henri, Sovyet istihbaratı için çalışan Alman bir komünistti. İngilizceye Hitler Rusya’ya Karşı mı? Faşist ve Sosyalist Ordular Arasında Yaklaşan Savaş olarak çevrilen kitabı ilk kez 1934’te yayımlandı ve daha sonrasında “Barbarossa Harekâtı” olarak bilinecek olan harekâtın büyük kısmını ortaya koydu. Kitap, Hitler-Stalin Paktı’nın imzalanmasında sonra hamur haline getirilmeden önce Rusçada en az iki baskı yaptı. En aşağı 1933 gibi erken bir tarihte Alman ordusu içinde değerli kaynaklara sahip olan Sovyet istihbaratı, Nazilerin Sovyetler Birliği’ne karşı savaş planları hakkında geniş bilgiye sahipti. Aynı zamanda bir Sovyet istihbarat subayı ve Nazi karşıtı direniş ağı Kızıl Orkestra üyesi olan Leopold Trepper kapsamlı kanıtlar topladı ancak Sovyet önderliğini uyarma girişimleri Stalin tarafından reddedildi.

[6] Ekim 1905’teki Çernigov pogromu, çarlıktaki işçi ve köylülerin devrimci hareketine yanıt olarak Rus devleti tarafından teşvik edilen Yahudi karşıtı pogromlar dalgasının bir parçasıydı. Çernigov pogromu, korku saçan ön-faşist “Kara Yüzler” tarafından gerçekleştirildi. Rus kaynakları 76 kişinin öldürüldüğünü, çok sayıda Yahudi dükkânının ve evinin yıkıldığını belirtiyor. Çernigov bölgesinde büyük bir Yahudi nüfusu bulunuyordu ve o yıl Ukrayna’daki tüm pogromların hemen hemen yarısı orada meydana geldi.

[7] Hermann Göring (1893-1946), Nazi partisinin önde gelen isimlerinden ve Alman Luftwaffe’nin (Hava Kuvvetleri) lideriydi. 1946’da Nürnberg’de savaş suçlarından yargılandı ve asılarak idama mahkûm edildi ancak cezasından intihar ederek kaçtı.

[8] Stalinist bürokrasi, 1948’den itibaren belirgin bir antisemitik karaktere sahip başka bir tasfiye turuna girişti. Yahudi parti üyeleri ve aydınları görevlerinden alındı ve birçoğu hapse atıldı. 1952’de Yahudi Anti-Faşist Komitesi feshedildi ve liderlerinin çoğu tutuklandı, bazıları ise idam edildi. Stalin’i ve diğer Kremlin liderlerini tedavi eden başlıca doktorların Stalin’i zehirlemeye çalışmakla suçlandığı Doktorlar Komplosu, bu yeni terör dalgasının bir parçasıydı. Kurbanlar Stalin’in 5 Mart 1953’teki ölümü nedeniyle serbest bırakılıp idamdan kurtuldular.

[9] Yahudi Anti-Faşist Komitesi, 1941 sonbaharında Polonya Yahudi Derneği’nin iki lideri, Viktor Adler ve Henryk Erlich tarafından Kremlin’in desteğiyle kuruldu. Aralık 1941’de iki liderin de tutuklanmasının ardından (ikisi de kısa süre sonra ölecekti), Stalin’in emriyle komite yeniden yapılandırıldı. Komite, aralarında kemancı David Oistrah ve aktör Solomon Mihoels’in de bulunduğu önemli Sovyet sanatçılarını içeriyordu ve Sovyet savaş seferberliği lehine kamuoyunu etkilemek için tasarlanmıştı. 1948’de komiteye yönelik bir kovuşturma başladı. Solomon Mihoels, yaygın olarak bir NKVD cinayeti olarak kabul edilen bir trafik kazasında öldü. 1952’de, savaş sonrası antisemitik tasfiyelerin zirvesinde, önde gelen üyelerinin çoğu tutuklandı ve birçoğu öldürüldü.

[10] Josip Broz Tito (1892-1980), İtalyan faşistlerine ve Nazi işgaline karşı gelişen Yugoslav partizan hareketine önderlik etti. Bir gerilla kuvveti olarak kurulan hareket, 1944’ün sonlarına doğru tahminen 650.000 kadın ve erkeği kapsıyordu. Faşist işgalcileri yenmeyi ve kovmayı başardılar. Savaştan sonra Tito ile Stalin arasında bir çatlak oluştu ancak Yugoslav Komünist Partisi “tek ülkede sosyalizm” inşa etme perspektifinden asla kopmadı. Dördüncü Enternasyonal, Yugoslavya’yı deforme bir işçi devleti olarak değerlendirdi. Daha fazla bilgi için, David North’un Savunduğumuz Miras eserinin 12. bölümüne bakınız.

Loading