Lev Troçki ve Marksizmin Gelişimi – III

Lev Troçki ve Marksizmin Gelişimi, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin ABD şubesi Sosyalist Eşitlik Partisi’nin önceli olan İşçiler Birliği’nin Siyasi Komite üyesi Tom Henehan’ın öldürülmesinin beşinci yıldönümü üzerine 1982 yılında yazılan dört makaleden oluşuyor. David North’un bu makaleleri ilk kez İşçiler Birliği’nin gazetesi Bulletin’de yayımlandı.

Birinci Makale | İkinci Makale

Üçüncü Makale

Eylül 1938’de Dördüncü Enternasyonal’in kurulması, Lev Troçki’nin bir Marksist ve proleter devrimci olarak yaşamının doruk noktasını temsil ediyordu. 1933’te Alman işçi sınıfının Naziler tarafından yenilgiye uğratılmasının ardından yeni bir Enternasyonal çağrısını ilk kez yapmasından beri yaşanan tüm olaylar, Troçki’nin, emperyalizmin uluslararası işçi hareketi içindeki başlıca ve en ölümcül temsilcisi olarak Stalinizm analizini tam olarak doğrulamıştı.

Troçki’nin İhanete Uğrayan Devrim’i, uğruna mücadele ettiği dünya devrimi perspektiflerinin bilimsel temellerini ortaya koyuyordu. Bu eser, 1917 Ekim Devrimi’ne önderlik etmiş bütün bir Bolşevikler kuşağının sistematik imhasını başlatan Moskova Duruşmalarının Ağustos 1936’daki ilk turunun arifesinde tamamlanmıştı.

Eserde, Ekim Devrimi ile kurulan ulusallaştırılmış mülkiyet ilişkilerinin savunulmasının ve SSCB’nin yeniden canlandırılmasının ancak siyasi devrim yoluyla, yani Sovyet kitlelerinin karşıdevrimci Kremlin bürokrasisine karşı silahlı ayaklanması yoluyla mümkün olduğu gösteriliyordu. Dolayısıyla da, bu siyasi devrimin, büyük kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının ve ezilen sömürge halklarının dünya emperyalizmine karşı uluslararası devrimci mücadelelerinin canlanmasına ve yükselmesine bağlı olduğu ve bunlardan ayrılamayacağı ortaya konuyordu.

Nitekim Troçki’nin siyaseti, her zaman bilimsel ve ilkeli bir karaktere sahip düşünceleri hareket noktası olarak almıştı. Dördüncü Enternasyonal’in kuruluşu, nesnel tarihsel gereklilikten kaynaklamıştı. Öte yandan, Dördüncü Enternasyonal’in kuruluşuna karşı çıkan merkezci unsurlar, argümanlarını her zaman tamamen öznel nitelikteki düşüncelere dayandırdılar.

Merkezciler, Troçki’nin Stalinizm değerlendirmesiyle farklı fikirde olmadıklarında ısrar ederken, Dördüncü Enternasyonal’in kurulmasının beyhude bir girişim olduğunu savundular. Troçkist hareketin yeni bir Enternasyonal “ilan etmek” için çok küçük ve izole olduğunu iddia ettiler — görünüşe göre Lenin’in, Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında sesi İkinci Enternasyonal liderlerinin şovenist açıklamalarıyla neredeyse boğulurken Üçüncü Enternasyonal için çağrıda bulunduğunu unutmuşlardı.

Troçki onlara şu yanıtı verdi:

Dördüncü Enternasyonal, zaten büyük olaylardan; proletaryanın tarihteki en büyük yenilgilerinden [Almanya, İspanya] doğmuş durumda. Bu yenilgilerin nedeni, eski önderliğin yozlaşmasında ve ihanetinde yatmaktadır. Sınıf mücadelesi bir kesintiyi hoş görmez. Üçüncü Enternasyonal, İkinci Enternasyonal’in ardından, devrimin amaçları açısından ölüdür. Yaşasın Dördüncü Enternasyonal!

Peki, onun kuruluşunu ilan etmenin zamanı geldi mi? …Kuşkucular sakinleşmiyor. Biz, Dördüncü Enternasyonal’in “ilan edilme”ye ihtiyacı olmadığı yanıtını veriyoruz. O var ve savaşıyor. Güçsüz mü? Evet. Onun saflarında çok sayıda insan yok; çünkü daha çok genç. Onlar da, henüz, asıl olarak kadrolardan oluşuyor. Ama bu kadrolar geleceğin güvencesidir. Gezegenimizde, bu kadroların dışında, bu isme gerçekten layık tek bir devrimci akım bile bulunmamaktadır. Enternasyonal’imiz sayıca hâlâ zayıfsa da, doktrini, programı, geleneği, kadrolarının kıyaslanamaz çelikleşmesi açısından güçlüdür. Bugün bunu anlamayan, bırakın bu sırada kenara çekilsin. Yarın bu daha da belirginleşecektir. [1]

Emperyalist Çağın Doğası

Dördüncü Enternasyonal’in kurulması sorununda Troçki ile merkezci muhalifleri arasındaki fark, yalnızca bir zamanlama meselesi değildi. Onları birbirinden ayıran tüm meselelerin altında, emperyalist çağın doğasına ilişkin temelden zıt kavrayışlar yatıyordu.

İşçi hareketi içindeki mevcut bürokrasilerin gücünün her şeye yettiğine olan inançları, sosyalist devrime esasen sözlü desteklerinin tonunu her zaman belirlemiş olan merkezciler açısından, işçi sınıfının 1920’ler ve 1930’lardaki yenilgileri, esasen birbiriyle ilişkisiz bir dizi olay olarak görülüyordu. Duruma bir açıklama getirmeye çalıştıkları takdirde, merkezciler yenilgileri çok sayıda elverişsiz nesnel koşula bağladılar. Proleter önderliğin rolü, birçok etmenden yalnızca biriydi. Genellikle söylenmese de, bu tür yüzeysel değerlendirmelerin arka planında hayata küsmüş şu görüş vardı: işçi sınıfı, kendi talihsizliklerinin bizzat nedenidir ve kapitalizmi yıkmaktan acizdir.

Doğrudan umutsuzluğa ve teslimiyete yol açan bu öznel bakış açısının aksine, Troçki, emperyalist çağın başlangıcından bu yana işçi sınıfının tüm tarihsel deneyiminin analizi yoluyla şu sonuca varıyordu:

Bir bütün olarak dünya siyasi durumu, en çok, proletaryanın tarihsel önderlik krizi eliyle nitelenmektedir.

Güvenle söylenebilir ki, Geçiş Programı’nın bu açılış cümlesi, İşçiler Birliği’nin ve Uluslararası Komite’nin şubelerinin neredeyse en yeni üyeleri tarafından bile bilinmektedir. Fakat ilk bakışta kavranan şey, kesinkes idrak edilmez. Troçki’nin en derin fikirleri sunarkenki mutlak yalınlığı ve netliği, dikkatsiz okuru, çoğu zaman, Troçki’nin bir ömür boyu süren siyasi mücadeleler ve aralıksız teorik çalışmalardan sonra ulaştığı anlayışları ve gerçekleri düşünmeden gözden kaçırmaya yönlendirir. Dolayısıyla, Geçiş Programı’nın, Dördüncü Enternasyonal’in varlığının temel nedenini hemen ortaya koyan açılış cümlesinin önemini düşünürken, Troçki’nin (ve Lenin’in) “çağın doğası” kavrayışını anlamak gerekir.

Sıklıkla ortaya çıkan bir sorun, “çağın doğası”na, basitçe, sosyalist devrimin kaçınılmazlığının türetildiği, dünya kapitalist sisteminin tarihsel olarak verili, belirli çelişkileri açısından yaklaşılmasıdır. Ancak bu çelişkiler, işçi sınıfının ve onun bilinçli önderliğinin devrimci pratik faaliyetinden oldukça farklı bir şey olarak görülür. Bu, mekanik ve dolayısıyla yanlış bir yaklaşımdır. “Nesnel” ve “öznel” etmenler, analiz amacıyla düşüncemizde yalıtılıp ayrı tutulabiliyor olsalar da, bu etmenler sınıf mücadelesinin fiili gelişiminde sürekli diyalektik etkileşim halindedir.

Devrimci Önderlik

Sosyalist devrimin tüm ekonomik önkoşullarının uzun zaman önce olgunluğa eriştiği bu çağın benzersiz özelliği, devrimci önderliğin istisnai, yani belirleyici rolüdür. Toplumsal devrim, nesnel bir gerekliliktir: üretici güçler ile toplumsal ilişkiler, burjuva ulus devlet ile dünya pazarı arasındaki çatışma, kapitalist toplumun kendi yapısı içinde en şiddetli devrimci gerilimleri oluşturmuştur. Fakat sürekli artan bu gerilimlerin doğurduğu kaçınılmaz patlama, ancak Marksist teoriye dayalı devrimci partinin bilinçli müdahalesiyle sosyalist devrim haline gelebilir.

Bununla birlikte, kapitalist topluma karşı saldırıyı örgütleme ve yönetme yeteneğine sahip böylesi bir bilinçli önderliğin gelişimi, dünya emperyalizminin nesnel çelişkilerinin gelişimine uygun olarak, düz bir çizgide ilerlemez. Ne yazık ki, kapitalist kriz kötüleştikçe proletaryanın önderliği otomatik olarak gelişmez. Parti ile sınıf arasındaki ilişki, tüm toplumsal görüngülerin en karmaşık ve çelişkili olanıdır. Bu, yalnızca işçi sınıfının kendisi, siyasi gelişimi eşit olmayan bir şekilde ilerleyen sayısız katmandan oluştuğu için değil, aynı zamanda burjuvazinin kendisi de sürekli ve durmaksızın bu sürece müdahale ettiği için böyledir. Burjuvazi, sömürülen kitleyi mutlak ideolojik esaret altında tutmak için elinden geleni yaparken, devrimci öncünün siyasi gelişimini, doğrudan kontrol etmese bile, her noktada etkilemeye çalışır.

Parti ile sınıf arasındaki bu son derece karmaşık ilişkinin sistematik ve bilimsel olarak incelenmesi, işçi hareketinin burjuva egemenliğine karşı belirli teorik, politik ve örgütsel savaş biçimlerinin geliştirilmesi, gerçekten, 20. yüzyıl başında Rusya’da Bolşevizmin ortaya çıkmasıyla başladı.

Birinci Dünya Savaşı’nın ve İkinci Enternasyonal’in çöküşünün basıncıyla Lenin, oportünizmin tarihsel ve toplumsal köklerini anlamaya ve Rusya’da oportünizme karşı 15 yıllık mücadelesinin derslerini dünya arenasına genişletmeye zorlandı.

Lenin, sosyalist devrimin arifesinde, 1916’da, kapitalizmin, en yüksek aşaması olan emperyalizme dönüşmüş olduğunu saptadı. Ancak Lenin, emperyalizme dair en somut anlayışı formüle ederken (“üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme aşamasına ulaşmıştır ki … tekelleri yaratmıştır; banka sermayesi sanayi sermayesiyle iç içe geçmiştir …; meta ihracından ayrı olarak sermaye ihracı …; uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur …; en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından paylaşımı tamamlanmıştır.”) [2] bu yeni tarihsel aşamanın ekonomik özelliklerini açıklamaktan da geri durmadı. Lenin, uluslararası işçi hareketinin gelişimi ve ezilenlerin dünya çapındaki mücadelesi ile bağlantılı olarak bu yeni çağın önemini analiz etti.

Lenin, emperyalizmin, işçi sınıfının resmi önderliklerinin (yani İkinci Enternasyonal’in, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki sendika bürokrasisinin) yozlaşması ve bunların burjuvazinin açık ajanlarına dönüşmesiyle eşanlamlı olduğunu gösterdi. Üçüncü (Komünist) Enternasyonal’in kurulması gerekliliği buradan çıktı.

Komünist Enternasyonal, emperyalizmin doğurduğu değişen sınıf ilişkileri –burjuvazinin işçi sınıfının önderliğini yıkmaya yönelik amansız çabaları; İkinci Enternasyonal’in emperyalist kampa geçişi– ile tutarlı olarak, oportünizmin her türüne karşı acımasız ve uzlaşmaz ideolojik ve siyasi mücadele bayrağı altında kuruldu. Yalnızca bir sağ kanadın varlığını kabul etmekle kalmayıp, aynı zamanda onun büyümesine ve bir bütün olarak örgüt üzerinde kontrol sahibi olmasına izin veren İkinci Enternasyonal partilerinin aksine, Komünist Enternasyonal’in yeni partileri, baş gösteren her oportünist eğilime karşı aralıksız bir savaş yürütmeye mecburdular.

Komünist Enternasyonal (Komintern) içinde resmi bir “oportünist” hizbe yer yoktu. Bu, Temmuz-Ağustos 1920’deki İkinci Kongre’de tartışılıp kabul edilen “Üçüncü Enternasyonal’e üyelik için 21 koşul”da somutlaştırıldı.

Komintern tüzüğüne yazılan oportünizme karşı savaş talebi, Dünya Savaşı’nın devasa tarihsel deneyiminden ve İkinci Enternasyonal’in işçi sınıfına ihanetinden kaynaklanmıştı. Troçki’nin, 1914 ile 1917 yılları arasında sol merkezciliğin son kalıntılarını da atıp, Lenin’in en iyi Bolşevik olarak adlandıracağı devrimci öndere dönüşümünü tamamladığı dönemde kaydettiği büyük siyasi gelişme, savaşın etkisi altında gerçekleşmişti. Lenin dışında hiçbir devrimci, İkinci Enternasyonal’in çöküşünün bu kadar derin bir analizini yapmadı.

Troçki de Lenin gibi, ondan bağımsız olsa da, oportünizmin büyümesini nesnel bir toplumsal görüngü (olgu) olarak ele aldı. Troçki, oportünizmi, 19. yüzyılın ikinci yarısında güçlü ulusal kapitalist devletlerin tarihsel olarak belirlenmiş sağlamlaşması ve gelişmekte olan işçi hareketlerinin bu devletlere uyarlanması ile ilişkilendirdi. Troçki’nin yazılarında her zaman olduğu gibi, tarihsel süreçlere ilişkin geniş bir bilgi, teorik analizinin içeriğini sağlıyordu.

Troçki, İngiltere, Fransa ve Almanya’daki işçi hareketinin gelişiminin, Avrupa’nın kapitalist devletlerinin ekonomik ve politik güçlenmesine ister istemez bağlı olduğunu açıkladı. Bu güçlü devletlerin tarihsel olgunlaşması, ulusal işçi hareketlerinin ve ayrıca on yıllar boyunca “sosyalist” oportünizmin gelişmesinin temelini sağlamıştı.

Troçki, İkinci Enternasyonal’in en büyük partisi olan müthiş Alman Sosyal Demokrasisinin tarihini incelerken, onun hem başarısının hem de nihai bozunmasının toplumsal ve siyasi mekanizmasını ortaya çıkardı:

Alman işçi hareketi teorik olarak Marksizm bayrağı altında yürüyordu. Hâlâ dönemin koşullarına bağımlı olan Marksizm, Alman proletaryası için devrimin başlangıçtaki cebirsel formülü değil, Prusya miğferiyle taçlandırılmış ulusal-kapitalist devlete uyum sağlamanın teorik yöntemi haline geldi…

Almanya’nın büyük merkezi sendikaları, ulusal sanayinin gelişmesine doğrudan bağlı bir şekilde, kendilerini onun iç ve dış pazarlardaki başarılarına uyarlayarak ve hammadde ve mamul fiyatlarını kontrol ederek geliştiler. Seçim yasalarına ve tüm şehirler ve kırsal topluluklarda açılan duyargalara uyum sağlamak için siyasi bölgelerde yerelleştirilen Sosyal Demokrasi, çok dallı bürokratik hiyerarşisi, aidat veren bir milyon üyesi, dört milyon seçmeni, doksan bir tane günlük gazetesi ve altmış beş parti matbaası ile Alman proletaryasının benzersiz siyasi örgütlenme yapısını inşa etti. Ölçüsüz tarihsel öneme sahip bu çok yönlü faaliyete tepeden tırnağa olasılıkçılık ruhu nüfuz etmişti.

Kırk beş yıllık tarih, Alman proletaryasına, fırtınalı bir saldırıyla bir engeli kaldırmak veya devrimci bir ilerleyişle herhangi bir düşman mevzisini ele geçirmek için tek bir fırsat sunmadı. Alman proletaryası, toplumsal güçlerin karşılıklı ilişkisinin bir sonucu olarak, engellerden kaçınmak ya da onlara uyum sağlamak zorunda kaldı. Bunda, bir teori olarak Marksizm, siyasi rehberlik açısından değerli bir araçtı ancak o zamanlar İngiltere, Fransa ve Almanya’da özünde benzer olan sınıf hareketinin oportünist karakterini değiştiremedi…

Marksizm, elbette, Alman işçi hareketinde yalnızca tesadüfi veya önemsiz bir şey değildi. Yine de partinin resmi Marksist ideolojisinden onun toplumsal-devrimci karaktere sahip olduğu sonucunu çıkarmak temelsiz olur.

İdeoloji, siyasette önemli ama belirleyici olmayan bir etmendir. Onun rolü, siyasete hizmet etmektir. Uyanan devrimci sınıfın feodal-gerici devletle ilişkisi nedeniyle doğasında bulunan bu köklü çelişki, tüm hareketi toplumsal devrimci amaçlar bayrağı altına alacak uzlaşmaz bir ideoloji talep ediyordu. Tarihsel koşullar oportünist taktikleri dayattığı için, proleter sınıfın uzlaşmazlığı, Marksizmin devrimci formüllerinde ifadesini buldu. Teorik olarak, Marksizm reform ile devrim arasındaki çelişkiyi mükemmel bir başarıyla uzlaştırdı. Yine de tarihsel gelişim süreci, saf düşünce alanında teori oluşturmaktan çok daha fazlasıyla ilgili bir şeydi. Gerçek şu ki, eğilimlerinde devrimci olan sınıf, ülkenin muazzam kapitalist gelişimine dayalı olarak, birkaç on yıl boyunca kendisini monarşik polis devletine uyarlamak zorunda kaldı, bu uyarlanma sürecinde bir milyon üyeli bir örgüt kuruldu ve tüm harekete önderlik eden bir işçi bürokrasisi eğitildi; Marksizm gelecekteki hareketin devrimci karakterini öngördüğü için bu gerçek ortadan kalkmaz ve büyük önemini kaybetmez. Bu öngörüye, Alman işçi hareketinin politik gerçeklerine verdiği yeri ancak en toy ideoloji verebilirdi. [3]

Revizyonizm, Alman Sosyal Demokrasisinde yalnızca teori alanında yenilgiye uğratılmıştı. Fakat pratik alanında kökleşip gelişti. “Milletvekilleri, sendikacılar, yoldaşlar, genel oportünizm, pratik uzmanlaşma ve milliyetçi dar görüşlülük ortamında yaşayıp çalışmaya devam ettiler.” [4]

Troçki, oportünizmin siyasi psikolojisine özellikle dikkat çekmişti:

Hem devrimci faaliyetin hem de reformist çalışma olanağının yokluğundan dolayı, parti tüm faaliyetini örgütü geliştirmeye, sendikalara ve partiye yeni üyeler kazanmaya, yeni gazeteler çıkarmaya ve yeni aboneler kazanmaya harcadı. Onlarca yıl boyunca oportünist bekleyiş politikasına mahkûm olan parti, örgütlenme kültünü kendi içinde bir amaç olarak benimsedi. Alman Sosyal Demokrasisinde atalet ruhu hiçbir zaman büyük felaketten hemen önceki yıllarda olduğu kadar güçlü olmamıştı. [5]

Demek ki oportünizm, 1914 öncesi Avrupa’nın ekonomik ve sosyal koşullarıyla; bir “aşamacılık”, bir istikrar, kapitalizmin ve burjuva demokrasisinin tarihsel yaşayabilirliğine ilişkin bir yanılsamalar çağıyla organik olarak bağlantılıydı. Bu, işçi hareketinin ilerleyişinin on yıllarla ölçüldüğü ve işçi sınıfı önderlerinin karşı karşıya olduğu görevin, sendikal pazarlıklar, parlamento tartışmaları ve tatillerde düzenlenen mitinglerin alışılmış yolları boyunca harekete sabırla rehberlik etmekten daha talepkar görünmediği bir çağdı.

Tüm bu geleneksel taktikler ve ağırbaşlı rutinler, emperyalist çelişkilerin patlamasıyla yerle bir oldu. Bu çelişkilerin altan alta gelişimi, İkinci Enternasyonal’in neredeyse tüm önderlerinin gözünden kaçmıştı. Onlarca yıllık “zaferle taçlanmış taktikler”, 1914 Ağustos’unda savaşın aniden patlak vermesiyle, tarihte eşi görülmemiş büyüklükte bir siyasi felakete yol açtı. On yıllardır devrimci olduklarını iddia eden insanların tamamen gerici siyasi fizyonomisi birkaç saat içinde ortaya çıkıverdi. İkinci Enternasyonal’in 1907’deki Stuttgart Kongresi’nde ve 1912’deki Basel Kongresi’nde kabul ettiği anti-militarist ve anti-emperyalist kararlara rağmen, Enternasyonal’in tüm büyük şubeleri şovenist dalgayla birlikte sürüklendi ve kendi ülkelerinin egemen sınıfına boyun eğdi.

İkinci Enternasyonal önderlerinin siyasi omurgasızlığı, ülkesinin Sırbistan’a savaş ilan etmesinden kısa bir süre sonra, Avusturya Sosyal Demokratlarının lideri Victor Adler tarafından gözler önüne serildi. Avrupa’da yaklaşan genel bir savaş tehdidini tartışmak üzere Brüksel’de bir araya gelen İşçi Enternasyonali Bürosu’na hitap eden Adler, şunları söylüyordu:

Savaş çoktan kapımıza dayandı. Bugüne kadar elimizden geldiğince savaşa karşı mücadele ettik. İşçiler de savaş entrikalarına karşı ellerinden geleni yaptılar. Ama bizden bundan başka bir hareket beklemeyin. Arka planda olağanüstü hal ve sıkıyönetim var. Buraya halka açık bir toplantıya hitap etmek için gelmedim ama gerçeği söylemek gerekirse, şimdiden sınırlara doğru ilerliyoruz ve içeride sıkıyönetim hüküm sürüyor, burada hiçbir eylem mümkün değil. [6]

Enternasyonal’de hakim olan ve her şubeyi emperyalist katliamı finanse etmek için savaş kredileri lehine oy vermeye sevk eden haleti ruhiye buydu. Teorik olarak hazırlıksız olan ve politik gelişme sürecindeki ani değişim karşısında siyasi olarak şaşkına dönen Sosyal Demokrasinin liderleri, dosdoğru sınıf düşmanının safına geçtiler.

“Revizyonistlerin yanılgısı,” diye yazıyordu Troçki, “geçmişte partinin taktiklerinin reformist karakterini onaylamaları değil, reformizmi teorik olarak sürdürmek ve onu proleter sınıf mücadelesinin tek yöntemi yapmak istemeleriydi. Bu yüzden revizyonistler, kapitalist gelişmenin, derinleşen sınıf ayrımlarıyla proletaryanın kurtuluşunun tek yolu olarak toplumsal devrime yol açması gereken nesnel eğilimlerini hesaba katamadılar.” [7]

Sosyal Demokrasinin bu tarihi ihaneti, Lenin’in her türlü revizyonist oportünizme karşı yaşam boyu mücadelesinde cisimleşen derin devrimci öngörünün doğruluğunu kanıtladı. Oportünizme karşı mücadele, yalnızca Rusya’da, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP) 1903’teki İkinci Kongresinden başlayarak bölünme noktasına kadar taşınmıştı. 1912’deki Prag Kongresi’nde Lenin, oportünistlerin RSDİP’ten resmen ihraç edilmesi yoluyla Menşevizm ile örgütsel kopuşu tamamladı. Lenin’i Sosyal Demokrasinin diğer tüm liderlerinden ayıran şey, oportünizmi Marksist hareket içinde meşru bir eğilim olarak ele almayı reddetmesiydi.

Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nde, oportünist pratik ile Marksizmin Kautsky gibi liderler tarafından teorik olarak savunulması, barış içinde bir arada var oldu. Bununla birlikte, teori alanında bile mücadelenin çok enerjik bir şekilde sürdürülmediği söylenmelidir. Kautsky, Marksizmin en temel önermelerinin hepsini reddeden Bernstein’a ancak Plehanov’un ısrarıyla karşı çıktı. Plehanov’un, Bernstein’ın Alman partisinden atılması talebi reddedildi. Revizyonizme karşı teorik mücadele üzerine dikkatle konan sınırların belirli siyasi kökleri vardı. Revizyonizme karşı mücadelenin teoride güçlü bir şekilde savunulması, pratikte kaçınılmaz olarak, oportünizmle, yani parti içindeki etkisi ve gücü önemli olan sendika bürokratları ve milletvekilleriyle doğrudan çatışmaya yol açacaktı. Böyle bir mücadele, Alman Sosyal Demokrasisi içindeki çelişkileri 1914’te savaşın patlak vermesinin çok öncesinde ortaya çıkaracaktı.

Lenin’in revizyonizme ve oportünizme karşı mücadelesinin siyasi önemi işte burada yatmaktadır. Batı Avrupa’daki Sosyal Demokrat partileri aşındıran aynı organik süreçler, farklı biçimlerde de olsa, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde de ifadesini bulmuştu. Menşevizmin siyasi özü buydu. Ancak revizyonizmi besleyen bu organik eğilimlerin Rus Sosyal Demokrasisini mağlup edememesi, Lenin’in işçi sınıfı içinde burjuva bilincini güçlendirmeye veya pasif bir şekilde yansıtmaya eğilimli her türlü oportünizme karşı verdiği savaşla açıklanır.

Böylece, ideolojik, politik ve örgütsel gelişiminin tüm sürecinde Bolşevizm, yeni emperyalist savaşlar ve devrimler çağında proletaryanın tarihsel görevlerinin bilinçli ifadesi olduğunu kanıtladı.

Bolşevizm, burjuva ideolojisinin işçi hareketi içindeki tüm biçimleriyle mücadele eder ve bu mücadelelerden en uzlaşmaz siyasi ve örgütsel sonuçları çıkarırken, proletaryanın devrimci rolüne tamamlanmış bir tarihsel biçim verdi.

İkinci Enternasyonal’in çöküşünün ardından bizzat Troçki’nin farkına vardığı şey buydu. Avrupa işçi hareketindeki oportünizmin kökenlerine ilişkin tüm derin kavrayışlarına rağmen, Troçki’nin Savaş ve Enternasyonal kitabı, şu temel soruya henüz bir yanıt vermemişti: emperyalizmin işçi hareketi üzerindeki tüm basıncının yarattığı oportünizme doğru organik eğilimlerle ve işçi sınıfı örgütlerinin mevcut önderliğinin sistematik yozlaşmasıyla tam olarak nasıl mücadele edilecek? Bu sorunun cevabı, Bolşevizmin teori ve pratiğinde verildi.

Troçki’nin sonradan yazdığı gibi:

Parti ile sınıf ve devrimci eylem ile proleter örgüt arasındaki ilişkilere dair görüşümü yavaş yavaş yeniden değerlendirdim. Uluslararası Menşevizmin sosyal yurtsever ihanetinin etkisiyle, adım adım Menşevizme karşı sadece ideolojik mücadeleye değil (elbette yetersiz bir tutarlılıkla da olsa, bunu daha önce kabul etmiştim), ondan tavizsiz bir örgütsel kopuşa da ihtiyaç olduğu sonucuna vardım. Bu yeniden değerlendirme bir oturuşta başarılmadı. Savaş sırasındaki makalelerimde ve konuşmalarımda hem tutarsızlık hem de geri adımlar bulunabilir.

Lenin, benim her türlü merkezcilik tezahürüme karşı çıkarken, onları vurgularken ve hatta kasten abartırken kesinlikle haklıydı. Ancak savaş dönemi bir bütün olarak ele alınırsa, savaşın başında sosyalizmin korkunç aşağılanmasının, benim için merkezcilikten Bolşevizme doğru bir dönüm noktası olduğu oldukça açık hale gelir—istisnasız tüm meselelerde. Ve sınıf ile parti, teori ile siyaset ve siyaset ile örgüt arasındaki ilişkiler konusunda giderek daha doğru, yani Bolşevik bir kavrayış geliştirdiğimde, burjuva toplumuna yönelik genel devrimci bakış açım doğal olarak daha yaşamsal ve gerçekçi bir içerikle doldu.

Savunmacılığa karşı ölümüne bir mücadelenin kesinlikle gerekli olduğunu açıkça gördüğüm andan itibaren, Lenin’in pozisyonu bana tüm gücüyle kendini belli etti. Bana “bölücülük”, “parçalama” vb. gibi gelen şey, artık, proleter partinin devrimci bağımsızlığı uğruna verilen sağlıklı ve kıyas kabul etmez biçimde ileri görüşlü bir mücadele olarak görünüyordu. Lenin’in sadece siyasi yöntemleri ve örgütsel teknikleri değil, tüm siyasi ve insani kişiliği de bana yeni bir ışıkta, Bolşevizm ışığında, yani gerçekten Leninist bir ışıkta kendini gösterdi. [8]

Emperyalist çağın gelişi, I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ve İkinci Enternasyonal’in neredeyse bir gecede dağılması, işçi sınıfı içinde ilk kez bir devrimci önderliğin tarihsel krizini gözler önüne serdi. Troçki, bu krize devrimci bir yanıt ararken, Bolşevizmin siyasi ve tarihsel sonuçlarını yalnızca Lenin’in aştığı bir düzeyde anlamaya başladı. İşte bu nedenle Troçki, 1917’de Bolşevik Parti’ye katıldı ve hemen partinin kurmay kadrosuna sevk edilerek Ekim’de Askeri Devrimci Komite’nin başkanı olarak silahlı ayaklanmayı ve devlet iktidarının ele geçirilmesini örgütledi.

Dipnotlar

[1] Lev Troçki, The Transitional Program, Labor Publications, s. 42.

[2] V. İ. Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2009, s. 96. Çeviren: Ferit Burak Aydar.

[3] Lev Troçki, War and the International, Young Socialist Publication, s.57-60.

[4] Age., s. 60.

[5] Age., s. 63.

[6] Paul Frölich, Rosa Luxemburg, Monthly Review Press, s. 200.

[7] Lev Troçki, War and the International, Young Socialist Publication, s. 60.

[8] Lev Troçki, “Our Differences”, Challenge of the Left Opposition (1923-25) içinde, Pathfinder Press, s. 265-66.

Loading