Sosyalist Eşitlik Partisi - Dördüncü Enternasyonal’in 30 Kasım 2025 Pazar günü İzmir TAKSAV’da düzenlediği etkinlikte partinin genel başkanı Ulaş Sevinç tarafından yapılan konuşma. Etkinlik, 15 Kasım 2025’te İstanbul, Beyoğlu’nda düzenlenen bir önceki etkinliğin devamı niteliğindeydi. Her iki etkinlikte de konuşmaların ardından 1937 yapımı Çar’dan Lenin’e filminin gösterimi yapıldı.

15 gün önce, 15 Kasım’da İstanbul’da düzenlediğimiz etkinlikte yaptığım konuşmaya son dönemde meydana gelen birkaç olayı hatırlatarak başlamıştım. Bu olaylar şunlardı:
- Dilovası’ndaki bir parfüm deposunda aralarında çocukların da olduğu 7 işçinin yanarak can vermesi.
- Ordu Fatsa’daki bir taş ocağında meydana gelen göçüğün altında kalan 75 yaşındaki kamyon şoförü Ahmet Şahin’in cansız bedenine 7 gün sonra ulaşılması.
- 16 yaşındaki çocuk işçi Alperen Uygun’un Mersin Anamur’da çalışırken can vermesi.
Ardından bu ölümlerin maalesef son olmadığına dikkat çekmiştim. Çok geçmeden, Urfa’da Mesleki Eğitim Merkezleri denilen çocuk emeği sömürüsü merkezlerinden birinde, 15 yaşındaki Muhammed Kendirci’nin ölüm haberi geldi. Muhammed, sadece bu yıl Türkiye’de iş cinayetine kurban giden en az 82 çocuktan biriydi.
Bu ölümler, her yıl Türkiye’de kapitalist kâr ve servet birikimi uğruna tehlikeli çalışma koşullarında meydana gelen yaklaşık 2 bin iş cinayetinden birkaçıdır. İşçilerin iş kaynaklı önlenebilir ölümleri, küresel bir sorundur. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), her yıl yaklaşık 3 milyon işçinin iş kaynaklı yaralanmalar ve hastalıklardan öldüğünü tahmin ediyor.
Burada söz konusu olan sadece yoğun kapitalist sömürü ve iş cinayetleri değil, çocukların ve yaşlıların bile çalışmak zorunda olmalarıdır. Bu, bilim ve teknolojideki devrimlerle beraber dünya çapında üretimin ve toplumsal servetin muazzam boyutlara ulaştığı bir dünyada meydana geliyor. Evet, devasa bir servet var ama bu servet onu üreten işçilere değil, kapitalist oligarklara ait. Gıda, sağlık, eğitim, barınma, iş ve kültür gibi temel toplumsal ihtiyaçları hızla çözebileceğimiz bir altyapı ve zenginlik var. Ama bir avuç kapitalistin çıkarları buna engel oluşturuyor. Onlar, toplumsal gerilimlerin ve hoşnutsuzluğun giderek arttığının farkındalar ve servetlerini ve güçlerini koruyup geliştirmek için birbiriyle bağlantılı iki çözümleri var: işçi sınıfına savaş açmak ki bu demokrasinin yerini otoriter rejimlerin almasını gerektiriyor. İkinci çözümleri de dünyanın emperyalist yeniden paylaşımı, yani savaş.
Türkiye’de siyasi baskının tırmanışına ve demokratik hakların giderek ortadan kaldırılışına tanık oluyoruz. Bunun kaynağı iddia edildiği gibi sadece iktidardaki “tek adam” değil, bütün bir kapitalist sistemin krizi ve egemen sınıfın çıkarlarıdır.
Peki, yaygınlaştırılan çocuk emeği sömürüsü, artan iş cinayetleri, büyüyen yoksulluk ile otoriterleşme arasında nasıl bir bağ var? Bunun için Türkiye’de giderek büyüyen devasa toplumsal eşitsizliğe bakmak gerekiyor: yani bir kutupta, nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfı ve emekçi aileler arasında artan yoksulluk ve kötüleşen yaşam koşulları; diğer kutupta, kapitalist oligarşi olarak tanımladığımız küçük bir azınlığın elinde devasa bir servet ve gücün yoğunlaşması.
UBS'nin 2025 Küresel Servet Raporu, 2024 itibarıyla Avrupa genelindeki servet eşitsizliğinde, Gini katsayısına göre Türkiye’nin ikinci sırada olduğunu tespit etti. Bu arada ilk sırada İsveç’in olması, sosyal demokrasinin kapitalizmi iyileştirme programının iflasının en açık kanıtlarından biridir. Aynı rapora göre Türkiye, geçtiğimiz yıl dolar milyoneri sayısını oransal olarak en hızlı artıran ülke olmuş.
Peki, çocuk emeği sömürüsü neden artıyor? TÜİK’e göre bile, Türkiye’de 2023 verileriyle 7 milyon çocuk (çocukların %31,3’ü) yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Türkiye, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) üyeleri arasında dünyada çocuklarda yoksulluğun en yüksek olduğu ikinci ülkedir. Avrupa’da ise birincidir.
Bu sınıfsal tablo, şiddetlenen toplumsal kriz ve artan sınıf mücadelelerine paralel olarak derinleşen siyasi krizi anlamak açısından kritik önemdedir. Bununla birlikte, Türkiye’de olan küresel bir krizin parçasıdır ve krizin merkez üssü, emperyalist sistemin kalbi olan Amerika Birleşik Devletleri’dir. Bu, devrimci bir krizdir.
ABD’de Sosyalist Eşitlik Partisi’nin Ulusal Başkanı David North, 18 ve 22 Kasım’da Berlin ve Londra’da “Amerika nereye gidiyor?” başlıklı iki önemli konferans verdi. North, kapitalist oligarşinin iktidarını cisimleştiren Trump olgusunu anlamak için, ABD’deki sarsıcı düzeydeki toplumsal eşitsizliğe dikkat çekti. OECD'nin en büyük 10 ekonomisine bakıldığında, ABD göreceli yoksulluk oranı en yüksek, çocuk yoksulluğu ve bebek ölüm oranı en yüksek ikinci, ortalama yaşam süresi ise en düşük ikinci ülkedir.
North ABD egemen sınıfının, yani kapitalist oligarşinin hiç olmadığı kadar akıldışı halen gelen servetini ve gücünü ne pahasına olursa olsun korumak için Trump önderliğinde faşizan bir diktatörlüğe doğru ilerleyişini tarihsel bağlamına yerleştirerek şunları söyledi:
Her egemen sınıfın, yok olmaya doğru giderken giderek daha agresif hale gelmesi bir karakteristik özelliğidir. Sistemi ne kadar irrasyonel hale gelirse, onu meşrulaştırma çabaları da o kadar şiddetli olur. Bunun bir benzeri, Fransız Devrimi'nden önceki on yıllarda görülebilir. Soylular, kaybettikleri ayrıcalıkları yeniden kazanmak ve tehdit altındaki imtiyazlarını savunmak için, yöntemlerinde giderek daha aşırı ve uzlaşmaz hale geldiler. 1760'lardan 1789'a kadar süren aristokratik saldırı, savunmacı bir tepki değil, feodal ayrıcalıkların tarihsel olarak aşınmasını tersine çevirmek için yapılan saldırgan bir girişimdi. Aristokrasi nihai çöküşünü hissettikçe, çaresizliği keyfi iktidarın giderek daha şiddetli bir şekilde ortaya çıkmasıyla kendini gösterdi. Bu süreç, Temmuz 1789'da devrimin patlak vermesiyle doruğa ulaştı.
North, ABD’nin bugün benzer bir süreçten geçtiğine, oligarşinin kapitalist egemenliği en azından halkın rızası görünümüyle destekleyen demokratik meşruiyet biçimlerine karşı giderek daha küstah ve düşman hale geldiğini söylüyordu. Gerekli değişiklikleri yaptıktan sonra, bu sözler Türkiye için de son derece geçerlidir. Bu yüzden rejimin meşruiyetini dayandırdığı sınırlı anayasal ve yasal düzenlemeler bile giderek engel olarak görülüp yok sayılıyor.
ABD’deki Trump yönetimi, diktatörlük yöneliminin uluslararası karakterini inkâr edilemez bir şekilde ortaya koyuyor. Trump’ın önünü açan ve şu anda faşizan bir rejim inşa etmesine suç ortaklığı yapan Demokratların gerici karakteri, bu gidişatın kapitalizm altında durdurulamayacağını gösteriyor. Kapitalizme bir alternatif arayan New Yorklu emekçiler ve gençler tarafından belediye başkanlığına seçilen Zohran Mamdani’nin hemen Beyaz Saray’da Trump’la kucaklaşması ve onunla beraber çalışmak istediğini ilan etmesi son derece açıklayıcıdır. Kendini “demokratik sosyalist” ilan eden reformizm iflas etmiştir. Kapitalizme devrimci bir çözüm dışında bir alternatif yoktur. Bu durum, ABD için olduğu kadar Türkiye ve diğer ülkeler için de geçerlidir. Kapitalist-emperyalist sistem ve egemen sınıfların çıkarları, demokrasi, toplumsal eşitlik ve barış ile bağdaşmamaktadır.
Avrupa’nın en eşitsiz ülkesi olan Türkiye’de egemen sınıf toplumsal bir barut fıçısının üzerinde oturduğunun farkındadır. Üstelik Türkiye, tırmanan emperyalist savaşın merkez üssünde bulunuyor ve jeopolitik gerilimlerden doğrudan etkileniyor. Güneyimizde iki yılı aşkın süredir devam eden Gazze soykırımı, İran’a karşı savaş hazırlıkları; kuzeyimizde, ABD-NATO ile Rusya’nın Ukrayna üzerinden devam eden savaşının nükleer bir çatışma tehlikesi oluşturması.
Dünya Sosyalist Web Sitesi, cuma günkü perspektif yazısında, Trump’ın Avrupalı müttefikleri zararına Rusya ile Ukrayna’da bir anlaşmaya varma girişimini analiz etti. Böyle bir anlaşma Ukrayna’daki çatışmayı çözmeyeceği gibi üçüncü dünya savaşına doğru gidişi sona erdirmeyecektir. Bunun nedeni, savaşların, kapitalist-emperyalist sistemin ayrılmaz bir parçası olmasıdır.
Aynısı, Gazze’deki soykırımın arkasındaki başlıca dünya lideri olan Trump’ın Filistin’te barışı sağladığı iddiası için de geçerlidir. Aynı faşist Trump, Türkiye devleti ile Öcalan önderliğindeki Kürt hareketi arasındaki müzakerelerin de destekçisi konumunda. Üstelik bu süreç, Şam’daki El Kaide kökenli eş-Şara’yı da içeriyor. Bizden, 35 yıldır Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren ABD emperyalizminin ve onun kapitalist vekillerinin bölgeye barış ve demokrasi getireceğine inanmamızı bekliyorlar.
Bunun önündeki tek engel, söz konusu siyasi öznelerin gerici karakteri değil, bizzat kapitalist sistemin kendisidir. Bu konuda, Lenin’in 1916’da yazdıklarına bakalım:
... bizim “barış programımız”, emperyalist güçlerin ve emperyalist burjuvazinin demokratik bir barış veremeyeceğini açıklamalı. Böylesi bir barış, ne geçmişte, ne gerici bir emperyalist olmayan kapitalizm ütopyasında ne de kapitalizm koşullarında eşit ulusların birliğinde değil gelecekte, proletaryanın sosyalist devriminde aranmalı ve barış için bu şekilde mücadele edilmeli. ...
Kim ki uluslara, sosyalist devrim propagandası yapmadan “demokratik” bir barış vaat ediyorsa ya da bu devrim için mücadeleyi reddediyorsa -ki bu mücadele şimdi, savaş sırasında yürütülmesi gereken bir mücadeledir- o, proletaryayı aldatıyor demektir. [“‘Barış Programı’ Üzerine”, Sosyalizm ve Savaş içinde (İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 2003), s. 95. Çeviren: Evrensel Basım Yayın Çeviri Grubu.]
Müzakereler konusunda, Ortadoğu’daki savaş konusunda ve gelişen dünya savaşı konusunda bize yol gösteren anlayış budur. Ve Birinci Dünya Savaşı’nın sonunu getirecek 1917 Ekim Devrimi’ni mümkün kılan da bu anlayış olmuştur. Bu bizi Ekim Devrimi’nin güncelliğine getiriyor.
Bu devrimin 1917’den bugüne kadar dünya genelinde etkilemediği tek bir yer ya da tek bir insan topluluğu yoktur. Türkiye de bu yerler arasındadır. Türkiye’deki ulusal kurtuluş savaşının maddi ve siyasi olarak yardımına koşan Sovyet rejimi olmuştur. Ekim 1917’de işçi sınıfının önderliğinde iktidarı alan Bolşevikler, insanlığın ulaştığı en büyük idealleri hayata geçirmeye koyuldular: savaşın, sömürünün, baskı ve zulmün dünya çapında sonlandırılması ve insanların ihtiyaçlarına dayanan yeni bir toplumun inşa edilmesi.
Ekim Devrimi’nin, kapitalizm ve sınıflar var olduğu sürece yok edilemeyecek olan güncelliği buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü Ekim Devrimi’ne yol açan koşullar ortadan kalkmak şöyle dursun, küreselleşmiş ve şiddetlenmiştir.
Doğrusu, bizler halen Birinci Dünya Savaşı’na ve Rus Devrimi’ne neden olan aynı çağda yaşıyoruz: Emperyalist savaş ve sosyalist devrim çağı. O zaman olduğu gibi bugün de bu, Marksistlerin zihninden kaynaklanmıyor. İnkâr edilemez nesnel gerçeklere dayanıyor.
Hem savaş hem de devrim, kapitalizmin keskinleşerek varlığını sürdüren temel çelişkilerinden kaynaklandı. Ulus devlet sistemi ile dünya ekonomisi arasındaki çelişki ve üretim araçlarının özel mülkiyeti ile üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişki.
Emperyalist güçler bu çelişkileri dünyayı yeniden paylaşmak üzere savaş yoluyla çözmeye çalıştılar. 1917 Ekim Devrimi ise işçi sınıfının çözümünü temsil ediyordu: dünya sosyalist devrimi yoluyla iktidarın alınması ve sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyanın, yani sosyalizmin kurulması.
Lenin ve Troçki’nin Şubat 1917’de başlayan Rus Devrimi’ni dünya devriminin başlangıcı olarak görmesi, bu gerçeğe dayanıyordu. İşçi sınıfının ve ezilen kitlelerin karşı karşıya oldukları emperyalist savaş, toplumsal eşitsizlik ve otoriter rejim gibi temel sorunlar, ancak küresel ölçekte emperyalist-kapitalist sistemin tasfiyesiyle çözülebilirdi. Şubat’ta çarlığın devrilmesiyle iktidarı alan burjuva Geçici Hükümet, işçi, köylü ve asker kitlelerinin barış, ekmek, toprak ve özgürlük gibi taleplerinin hiçbirini karşılayamadı. Bunlar, egemen sınıfın gücüne ve servetine cepheden bir saldırıyı gerektiriyordu. Yalnızca Bolşevikler devrimi yapmakta olan kitlelerin bu özlemlerine yanıt verdiler ve onların desteğiyle iktidarı alabildiler.
108 yıl önce Ekim Devrimi’ne yol gösteren bu devrimci perspektifin gücü, günümüzdeki koşulların bunun tek geçerli ve ilerici perspektif olduğunu göstermesinden kaynaklanıyor.
Bu Marksist perspektif, kapitalizmin felaketlere yol açan çelişkilerinin aynı zamanda toplumsal devrime zemin hazırladığını da açıklar. Egemen sınıf eskisi gibi yönetemiyor. Aynı zamanda dünya çapında geniş işçi ve gençlik kitleleri arasındaki muhalefet artarken artık eskisi gibi yaşamanın mümkün olmadığı hissi gelişiyor.
Zamanında Troçki’nin gerçekçi bir şekilde aktarılmasından dolayı bu filmin gösterimini engelleyen Stalinist bürokrasi, Ekim Devrimi’ne son ihanetini yaparak 1991’de Sovyetler Birliği’ni dağıttı. Çöken sosyalizm değil, Stalinizmdi. Bir alternatif vardı ve bu 1923’te Troçki önderliğinde kurulan Sol Muhalefet tarafından temsil ediliyordu. Troçki ve 1938’de kurduğu Dördüncü Enternasyonal, Stalinist yozlaşma ve ihanete karşı Ekim Devrimi’nin programını ve ideallerini savunmayı sürdürdü. Ancak bu meselenin açıklığa kavuşturulamamış olması, Sovyet sonrası dönemde büyük bir siyasi kafa karışıklığına yol açtı.
Bugün yeni işçi ve gençlik kuşakları, bu büyük yenilginin yarattığı derin karamsarlık ve moral bozukluğundan kurtulmaya başlıyor ve gerçek bir alternatif arıyor. ABD’de Trump yönetiminin 2-8 Kasım haftasını “antikomünizm haftası” ilan etmesi boşuna değil. Dünya emperyalizminin merkezinde 30 yaş altı gençlerin sadece yüzde 34’ü kapitalizme olumlu bakarken yüzde 62’si sosyalizme daha olumlu baktığını söylüyor.
Çar’dan Lenin’e filminin yapımı 1931’de tamamlandığında, bu büyük devrimin iki büyük önderinden biri olan Troçki, 1929’dan beri İstanbul’da sürgündeydi. 1917’de ABD’deki Troçki’nin, İsviçre’deki Lenin’in siyasi sürgünlerinden Rusya’ya dönme imkânı sağlayan ve nihayetinde onları Sovyet iktidarının liderleri haline getiren şey, işçi sınıfının ve devrimin yükselişiydi. Stalin’in temsil ettiği bürokrasinin iktidarı gasp edip Troçki’yi sürgüne göndermesine olanak tanıyan temel ise, uluslararası devrimin geri çekilişiydi. Bugün tarihin yörüngesinde, sosyalist devrim olasılığının yeniden yükselişe geçtiği bir evrede bulunuyoruz.
Türkiye’de mart ayında patlak veren kitlesel protestolar bu küresel sürecin parçasıdır. Özellikle Afrika ve Güney Asya’da büyük kitle hareketlerine tanık oluyoruz. Son iki yıla, Amerika’dan Avrupa’ya, Asya’dan Avustralya’ya kadar milyonlarca insanın Gazze’deki emperyalist-Siyonist soykırıma yönelik protestoları damgasını vurdu. ABD’de Trump’a karşı hazirandan sonra ekim ayında ikinci kez düzenlenen “Krallara Hayır” protestolarına 7 milyon kişi katıldı. Şu anda Belçika, İtalya ve Portekiz’de genel grevler var.
Kapitalizmin çözümsüz krizinin sınıf mücadelelerini keskinleştireceğinden ve giderek genişleyen kitleleri devrim yoluna sokacağından kuşku duyulamaz. Ancak belirleyici sorun, kitlesel devrimci hareketlerin patlak verip vermeyeceği değil, bu hareketlere hangi perspektifin ve önderliğin yol gösterdiğidir. Devrimci bir perspektifin ve önderliğin yokluğunda, sonucu egemen sınıf ve onun orta sınıf içindeki sahte solcu yardımcıları belirler. Ortaya moral bozukluğu, hayal kırıklığı ve yenilgi çıkar.
1917 Ekim Devrimi, Lenin ve Troçki önderliğindeki Bolşeviklerin yol göstericiliği olmaksızın mümkün olamazdı. Bugün acil bir sorun olarak önümüzde duran ya barbarlık ya sosyalizm seçeneklerinden ikincisinin galip gelmesi, bizim mücadelemize, işçi sınıfı içinde sosyalist bilincin geliştirilmesine bağlı. Bu, kapitalizmi savunan, bu sistemin iyileştirilebileceğine dair eski yalanı tekrarlayan tüm partilerden kopmayı ve bilinçli bir şekilde sosyalizm mücadelesine katılmayı gerektiriyor.
Son olarak, Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin işçi sınıfının siyasi bilincini geliştirme adına yaptığı büyük bir atılımın David North tarafından Berlin ve Londra’daki konferanslarda yapılan duyurusunu tekrarlayarak sözlerimi bitirmek istiyorum. Egemen sınıfın elinde işçi sınıfına karşı kullanılan büyük teknolojik ilerleme, yani Yapay Zekâ teknolojisi, Marksist-Troçkist hareket tarafından işçi sınıfının hizmetine sunuluyor. Yakında Sosyalizm YZ’yi kullanıma sunuyoruz. Bunun, Fransız Devrimi’ne katkıda bulunan Diderot’nun Ansiklopedi’si gibi, dünya sosyalist devriminin bir aracı olacağına inanıyoruz.
Bu kritik mücadelede, Ekim Devrimi’nin geleneğini sürdüren partimize, Sosyalist Eşitlik Partisi’ne katılın. Mehring Yayıncılık’tan çıkan Rus Devrimi’ni Neden İncelemeliyiz, Rus Devrimi ve Tamamlanmamış Yirminci Yüzyıl ve diğer kritik eserleri inceleyin ve tartışma gruplarımıza katılın.
Teşekkürler.
